I. Abbas

5. Safevi hükümdarı
(I. Şah Abbas sayfasından yönlendirildi)

I. Abbas veya Büyük Abbas (d. 27 Ocak 1571, Herat - ö. 19 Ocak 1629, Kaşan), Safevi Hanedanlığının beşinci hükümdarı olan Şah Abbas, Safevi Hanedanı'nın en güçlü hükümdarı olarak gösterilir. Şah Muhammed Hüdabende'nin üçüncü oğludur. 3 Ekim 1587 tarihinde Türkmen şeflerinin desteklediği bir askerî darbe ile 17 yaşında tahta geçip[1] 1629 yılına kadar 42 yıl hükümdar olarak kalmıştır. Hükümdar olduğu tarih Safevi Devleti açısından zorlu bir dönemdir. İçeride Türkmen aşiretleri arasındaki kanlı çatışmalar,[2] doğuda Özbek akınları, batıda ise Osmanlı İmparatorluğu'nun baskısı altındaydı.[3] Bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak ülke ekonomik olarak da çözülmektedir. Tarımsal ve endüstüriyel üretim düşerken ticaret de çökmüştür.[4]

I. Abbas
شاه عَباس بُزُرگ
Safevî şahı
Hüküm süresi3 Ekim 1587 - 19 Ocak 1629
Önce gelenMuhammed Hüdabende
Sonra gelenSafî
Doğum27 Ocak 1571
Herat, Safevi Devleti
Ölüm19 Ocak 1629 (57 yaşında)
Kaşan, Safevi Devleti
Eş(ler)iLeyla Sultan
Tam adı
Abbas bin Muhammed bin Tahmasb bin İsmail bin Haydar bin Cüneyd es-Safevi
HanedanSafevî Hanedanı
BabasıMuhammed Hüdabende
AnnesiHayrünisa Begüm
DiniŞia İslam
Abbas, Buhara Hanlığı hükümdarı Vali Muhammed Han'ı kabûl ederken, (yak. 1650, Çehel Sütun Sarayı, İsfahan)

Tahta geçtiğinde ilk fırsatta, 1590 yılında[2] büyük toprak kayıplarını sineye çekerek Osmanlı İmparatorluğu'yla 12 yıldır süren 1578-1590 Osmanlı-Safevî Savaşı'nı Ferhat Paşa Antlaşması ile sona erdirerek batı sınırlarını güvene almış,[4] ardından iç isyanları bastırarak doğuda Horasan topraklarına sık sık akınlar düzenleyen Özbek saldırılarını durdurmuş, askeri - siyasi, toplumsal ve ekonomik bir dizi programı uygulamaya koymuştur.[5] Tüm bu düzenlemelerle Safevi İmparatorluğu adeta yeniden kurulmuştur.[4] Hükümdarlık döneminin ortalarında, başlarda Osmanlı'nın elinden aldığı geniş toprakları tekrar geri aldığı gibi, başka fetihlerle Safevi İmparatorluğu'nu en geniş sınırlarına ulaştırmış bulunuyordu.[6]

İlk yılları

değiştir

Abbas, Mirza Muhammed Hüdabende ve Hayr'ül Nisa Begüm'ün üçüncü oğlu olarak Herat'ta (günümüzde Afganistan'da yer alan), geçmişte Horasan'ın başkenti olan şehir) dünyaya geldi. Annesi, dördüncü Şiî İmamı Zeyn el-Abidin'in soyundan geldiğine inanılan, Mazenderan Eyaleti'nin Maraşi hükümdarının kızıydı. Doğduğu zaman Abbas'ın dedesi Şah Tahmasb, İran'ın Şahıydı. Abbas'ın ailesi tarafından bakılmak suretiyle, Herat Valisi olan Ali Kuli Han Şamlı ve eşi Hani Han Hanım'a verildi. Abbas dört yaşındayken, Tahmasb, Abbas'ın babasını, bozuk sağlığı için iklimin daha iyi olduğu Şiraz'da kalması için gönderdi. Geleneğe göre hanedan kanından en az bir mirza Horasan'da ikamet etmek zorundaydı, bu yüzden Tahmasb, Abbas'ı küçük yaşta olmasına rağmen eyalet valisi olarak atadı.

1578 yılında Abbas'ın babası İran Şahı oldu. Abbas'ın annesi kısa sürede idareye hakim oldu. Muhammed'in zayıf yönetimi, İran'ın başlıca düşmanları olan, Osmanlı İmparatorluğu ve Özbeklerin, ülkenin düştüğü zayıflıktan yararlanarak işgale başlamışlardı, ancak Kızılbaşların birbirlerine olan düşmanlığı düşmanın işgaline karşı koyamadı. Yetenekli bir Şehzade olan Hamza Mirza, Osmanlı aleyhinde bir sefer yürüttü ise 1586'da öldürüldü. Bütün gözler şimdi Abbas'taydı.

Abbas, 14 yaşındayken Horasan'daki Kızılbaş liderlerinden biri olan Mürşid Kuli Han'ın vesayetine girmişti. Büyük bir Özbek ordusu 1587'de Horasan'ı işgal ettiğinde, Mürşid Han, zamanın Şahı olan Muhammed'i devirmenin zamanı geldiğine karar vererek Safevi başkenti olan Kazvin'e genç şehzade ile birlikte giderek 16 Ekim 1587'de şah ilan etti. Muhammed, kendisine yapılmış olan olan bu darbeye göz yumdu ve ertesi yıl 1 Ekim 1588'de şahlık tacını oğluna bıraktı.

Tahta geçişi

değiştir

Abbas Mirza'nın (Şehzade Abbas) büyük kardeşi Hamza Mirza, 1586 yılı sonlarında bir suikast sonucunda öldürülmüştü. Safevi tahtında çok yaşlı ve kör babası Muhammed Hüdabende bulunmaktaydı. Ancak durumu gereği yönetimden uzak yaşamaktadır. Bu yönetim boşluğundan yararlanan Özbek ve Osmanlı kuvvetleri, ülkeye doğudan ve batıdan saldırarak Safevi topraklarından parçalar koparıyorlardı.[7] Öyle ki Şah Tahmasp zamanındaki (ölümü 1576) Safevi topraklarının yarıya yakını istila edilmiştir. Elde kalan topraklarda ise Türkmen şefleri arasındaki çekişmeler ülkede adeta bir iç savaş durumu oluşturmaktadır.[8] Söz konusu iç çekişmeler esas olarak belli başlı büyük Türkmen kabileleri şefleri arasındadır. Ülke gerçekte ikiye bölünmüş gibidir. Merkezde Ustacalu ve Şamlu aşiretleri hakim durumdayken Horasan bölgesinde ise Herat Valisi Şamlu Ali Kulu Han'la Meşhed Valisi Ustacalu Mürşit Kulu Han arasında kanlı bir savaş yaşanmıştır. Ustacalu Mürşit Kulu Han bu savaşta Abbas Mirza'yı bir hile ile yanına alarak Meşhed'e götürdü, Horasan Hükümdarı ilan edip adına sikke kestirdi, kendisini de hükümdar naibi olarak ilan etti.[9]

Bu arada Abbas Mirza Herat valisiydi. Ancak yönetimin bütün işleri lalası Mürşit Kulu Han tarafından yürütülmektedir. Ülkenin içinde bulunduğu durumdan endişelenen emirler, o sıralar Meşhed'deki Abbas Mirza'ya haber göndererek derhal başkent Kazvin'e gelmesini istediler. Özbekler'in Horasan'ı işgal edip Herat'a saldırmaları üzerine Abbas Mirza ve Mürşit Kulu Han, 300 kişilik bir Türkmen süvari birliğiyle, Özbekler'i karşılamak görünümünde yola çıktılar. Bu arada Mürşit Kulu Han, Türkmen emirlere mektuplar göndererek Abbas Mirza'nın tahtı alması için desteklerini istemiştir.[7] Türk ve tacik kuvvetlerin katılımıyla 2 bin kişilik bir kuvvet olarak başkente gelirler.[10] Bu askeri kuvvette, dolayısıyla Abbas Mirza'nın tahta geçmesinde asıl destek Ustacalu ve Şamlu aşiretleridir.[11] Başkente veliaht Ebu Talip Mirza'yı infaz ettirdiler. Şah Muhammed Hüdabende bir isyanı bastırma girişimi nedeniyle başkentte değildi. Güvenilir adamlarınca bilgilendirildi ve başkente doğru yola çıktı. Ancak Kum Hakimi kentin kapılarını açmadı. Diğer yandan başkentte durumu kontrol altına alan Mürşit Kulu Han, başkentte evi ve arazisi olan askerlerin bir an önce dönmelerini, yoksa mallarının müsadere edileceğini ilan edince Şah Muhammed Hüdabende'nin yanındaki askerler onu terk ederek başkente geldiler. Bunun üzerine Şah Muhammed Hüdabende tahttan çekilerek cülus töreninde Safevi tacını kendi eliyle Abbas Mirza'nın başına koymuştur.[10]

İktidarını sağlamlaştırma

değiştir

Şah Abbas tahta geçtikten sonra Hamza Mirza ve annesinin ölümünden sorumlu tuttuğu yedi Kızılbaş reisini öldürtmüştür. Bu işte Mürşit Kulu Han'ın parmağı olduğu ileri sürülmektedir, çünkü rakiplerinden kurtulmuştur.[12] Devletin tüm yönetim kademeleri eskiden beri kalabalık ve güçlü Türkmen aşiret şeflerinin, büyük çoğunlukla Ustacalu ve Şamlu aşiret ileri gelenlerinin elindedir.[13] Mürşit Kulu Han hemen ardından saltanat naibi olarak yönetim işlerini eline almıştır.[12]

Şah Abbas'ın programı ise Türkmen aşiretleri arasındaki kanlı çatışmaları önlemek, huzur ve istikrar yaratmak, hükümranlık erkini kendi elinde toplamak için Türkmen şeflerinin devlet kademelerindeki etkisini ortadan kaldırmak olmuştur. Bu yönde "muhalif" Türkmen şeflerini ortadan kaldırmayı seçmiştir. Ülkesinin iç meseleleriyle ilgilenebilmesine olanak sağlayan ise 1590 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile yapılan barıştır.[14] Türkmen şeflerinin yönetimdeki ağırlığını ortadan kaldırabilmek için önce merkezi bir ordu kurması gerekmektedir, çünkü Safevi ordusu o zaman kadar Türkmen süvarilerinden oluşmaktaydı ve onlar da Türkmen şeflerinin kontrolündedir. Şah Abbas, merkezi ordu oluştuktan sonra, askeri başarılarının getirdiği gücü arttıkça nüfuslu Kızılbaş şeflerini ya öldürtmüş ya da bir şekilde yönetimden uzaklaştırmıştır.[15]

Ancak en başta yönetim erkini eline almasına en büyük engel, başkente gelip tahtı devralmasında çok büyük emeği geçen lalası Mürşit Kulu Han'dır. Mürşit Kulu Han, saltanat naibi olarak önemli devlet görevlerine akrabalarını ve kendi adamlarını yerleştirmişti. Dahası saltanat mührünü ve devlet hazinesinin anahtarını boynunda taşıyor, tüm ferman ve emirleri Şah Abbas'la görüşmeye bile gerek duymadan çıkartıyordu. özetle saltanat fiilen Mürşit Kulu Han elindedir. Ne var ki onun artan nüfusundan rahatsız olan Türkmen şefleri topluca saraya gelmiş, sultana şikayetçi olmuşlardır. Kendisine bağlı bu gücü kullanan Şah Abbas, onların dışındaki Türkmen şeflerini tutuklatmış ve öldürtmüştür. Onların yerine aşiretlerin başına ister istemez Şah'a bağlı şefler geçmiştir. Mürşit Kulu Han'ı ise daha sonra, Herat'ı geri almak üzere Horasan'a Özbekler üzerine girişilen sefer sırasında gece çadırında 3 Ağustos 1588 tarihinde öldürtmüştür.[16]

Mürşit Kulu Han, Ustacalu aşiretindendir. Onun ölümünün ardından bu aşiretin yönetim kademelerinde devletin kuruluşundan beri gelen mevkileri ellerinden alınmış oldu. Zaten Şah Abbas'ın bu aşirete karşı son derece soğuk bir tavır içinde olduğu bilinmektedir. Daha sonra Tekelüler aşireti de ağır bir darbe almıştır. Tekelü şeflerinin çoğu öldürülmüştür. Diğer yandan Şamlu aşireti ileri gelenleri Şah Abbas tarafından daima itibar görmüştü. Şah Abbas Türkmen aşiretlerinin şeflerini devlet kademelerinden atmasının yanı sıra hükümdarlığının ilk yıllarında bazı Türkmen eyalet valilerinin isyanlarını da bastırmakla uğraşmak zorunda kalmıştır.[17]

Sonuç olarak Şah Abbas'ın Türkmen şeflerini sindirme, merkezi yönetimin tüm imparatorluk üzerindeki kesin hakimiyetini engelleyen davranışlarını, çoğu kez şiddete başvurarak kırması sonucunda ortaya çıkan durum, Osmanlı vakanüvisti Naima Mustafa Efendi'nin ifadesiyle "Zamanında Kızılbaşlar esir gibi boyun eğmiş olup, başkaldırma yönelimlerini unuttular" şeklinde bir durumdur.[15]

Reformlar

değiştir

Safevi İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu kaos ve yıkım koşullarının temel nedenleri, Türkmen gruplarının siyasi - askerî gücünün merkezi yönetim üzerinde baskın olması, askeri örgütlenmenin, ordunun yapısının, esas düşmanları olan Osmanlı ordusu ile başa çıkabilecek yapıda olmaması, geliştirilmesinin gerekliliği ve imparatorluk tebaasının sosyoekonomik durumunun tüm bu handikaplara cevap verememesiydi. Öncelikle merkezi yönetimi sağlaması, yani kendisinin tüm siyasi - askeri erki elinde toplaması gerekiyordu. Bunun içinse öncelikle güçlü bir merkezi hazineye gerek vardı. Her şeyden önce Türkmen kabile şeflerinin gücü, merkezi yönetimin onları kontrol altında tutacak güce sahip olmamasındandı.[18]

Askeri - siyasi planda

değiştir

Şah Abbas'ın genç yaşta hükümran olduğu yıllara kadar Safevi ülkesinde Şii inancına bağlı (kızılbaş) Türkmen aşiretleri hem askeri, hem de siyasi olarak güçlü durumdaydılar. Türkmen kabile şeflerinden bazıları sarayda yüksek makamdaki görevlere getirilmiştir. Diğerleri ise eyaletlerde, hem kendi aşiretlerinin hem de eyaletin yönetim erkine sahiptiler. Diğer yandan aşiret savaşçılarından oluşan güçlü askeri teşkillere hakimdiler. Bu askeri teşkiller de Safevi ordusunu oluşturuyordu. Bu siyasi ve askerî güçleriyle doğal olarak şah üzerinde bir otoriteleri vardı. Dahası güçlü aşiretlerin başında olanlar sonu gelmez bir mevki ve ihtiras mücadelesi içindeydiler.[2][18] Şah Abbas, hükümdarlık döneminin hemen başlarında aşiret şeflerinin siyasi etkinliğini, kimini öldürterek, diğerlerini yönetimden uzaklaştırarak[19] ortadan kaldırırken onların otoritelerinin yaygınlığını zayıflatmak için aşiretleri bölerek imparatorluğun farklı bölgelerine yerleştirmiştir.[20] Tüm Türkmen aşiretleri, özellikle de Ustacalu Aşireti şefleri büyük kıyıma uğrayarak sindirilirken Şah Abbas, Şamlu Aşireti'ne farklı davranmış, oymak beylerine büyük eyaletlerin yönetimini vermiştir.[21]

Aynı zamanda Safevi ordusundaki güçlerini sınırlamak için Osmanlı İmparatorluğu tarzı bir daimi ordu oluşturmak için devşirme unsurları kullanmıştır.[22] Doğrudan Şah'ın emrinde 16. yüzyıl sonu itibarıyla kızılbaş askerler de dahil 37 bin mevcutlu bir ordu vardır. Bu ordunun 10 bini kullardan oluşur. Daha sonraları Şah'ın kişisel koruması olarak 3 bin kişilik bir birlik daha oluşturulmuştur. Topçu birliği ise 500 kadar top ve 12 bin kişiden kuruludur. Ayrıca 12 bin kadar piyade askeri vardır. Bu ordu, hiçbir Türkmen aşiretine dayanmayan, komutası da Türkmen şeflerine bırakılmayan bir ordudur.[23]

Bu ordunun yanında Şah'ın askerî gücü olarak bir başka teşkil de Şah İsmail döneminden beri vardır. Türkmenler'in en seçkin, en saygın unsurlarından oluşan özel bir teşkil olan Kurçiler'in Akkoyunlu Devleti'nden örnek alındığı ileri sürülmektedir. İmparatorluğun askerî gücünün tümüyle Türkmenlerden oluştuğu Şah Abbas önceki dönemlerde, Türkmen kuvvetleri içindeki en deneyimli, en güvenilir, hanedana en sadık askerlerine verilen addı. Bir bakıma Şah'ın hassa birliğiydiler. Ya eyaletlerde geçici olarak ya da Şah'ın sarayında kalırlardı.[24] Türkmen savaşçılarından olmaları nedeniyle başlarda okçu hafif süvari unsurlardır. I. Tahmasb zamanında ateşli silahlar kullanmaya başladıkları ve sayılarının beş bine çıktığı ileri sürülmektedir. Baştan beri maaşları merkezi hazineden ödenen bu unsurun Şah Abbas döneminde sayılarının on bine ulaştığı bilinir. Onun döneminde eyalet valileri Türkmen şefleri arasından değil Kurçiler arasından atanır olmuştur. Sonuçta bu durum onların kabile sadakatini tümden ortadan kaldırmasa da bağları zayıflatmış, daha çok Şah'a sadık unsurlar haline getirmiştir.[25] Şah Abbas'ın henüz tahta geçmeden, Herat valisiyken kendisine büyük destek olan Ustalucu ve Şamlu aşiretlerine yakınlık duyması doğaldır. Böyle olunca kurçilerin büyük bölümünün bu iki aşiretten seçilmesi kaçınılmazdı.[26]

Ateşli silahların top ve tüfek olarak Safevi ordusunda kullanılması I. Tahmasb zamanına dayanmaktadır. I. Tahmasb'ın ordusunda sahra topları ve tüfekçiler, Osmanlı ordusunda olduğu gibi savaş düzeninin merkezinde yer almaktadır. Yine Osmanlı gibi tabur cengi düzeninde tertiplenmişlerdir.[27] Şah Abbas zamanında sahra topçusu ve tüfekçiler Safevi ordusunun önemli bileşeni olmuştur. Tüfekçiler, cebren silah altına alınan köylülerdir. Bir kısmı, belki de çoğu Tacik'tir. Gulamlar ise sahra topçusuna ve tüfekçilere komuta etmiştir.[27]

Toplumsal planda

değiştir

Şah Abbas'ın tahta geçtiği tarihe kadar Safevi ülkesinde halk esas olarak belirli gruplar oluşturmaktaydı. Tacikler yerleşik çiftçi topluluklarken Hint, Yahudi ve Ermeniler büyük kentlerde ticaretle uğraşmaktadır. Hint ve Yahudi tüccar daha çok değerli madenler ve inci ticareti ile ilgilenirken Ermeni tüccar Safevi İmparatorluğunun ticari faaliyetlerinin çok büyük bir kısmını, özellikle ham ipek ihracını yürütmektedir. Türkmen nüfus ise göçebe - sürücü topluluklardır. Çoğunlukla koyun yetiştiren, yazlak ve kışlak arasında hareketli, yerleşik olmayan aşiretler şeklinde hareket halindedirler.[28] Şah Abbas için Türkmen aşiretleri ciddi bir sorun olarak görülmüştür. Çevre eyaletler imparatorluğun kuruluşunda ana askerî gücü oluşturan Türkmen aşiretlere tahsis edilmişti. Aşiret reisi hem eyaletin vergilerini toplayan ve aşiretine dağıtımını yapan, hem de Safevi ordusuna seferler sırasında aşiret kuvvetlerinin komutanı olarak katılan askeri şeflerdir. Dahası devlet yönetiminde önemli ölçüde güç ve etki sahibidirler. Sonuç olarak eyalet gelirleri bir yandan merkez hazineye gelmezken diğer yandan imparatorluğun esas askerî gücü, Şah tarafından değil bu aşiretlerin şefleri tarafından kontrol edilmektedir. Şah Abbas, güçlü bir merkezi siyasi - askeri erk yaratabilmek için eyalet vergi gelirlerinin de merkez hazineye akması ve imparatorluk ordusunun doğrudan doğruya Şah'ın kontrolünde olmasının bir zorunluluk, bir varlık şartı olduğunu görüyordu. Bunları sağlayabilmek için öncelikle aşiret şeflerinin kontrolündeki nüfusu bölme yoluna gitmiştir. Daha küçük gruplar halinde çoğunlukla sınır bölgelerine yerleştirerek hem Türkmen şeflerinin kontrolündeki gücü zayıflatmış, hem de sınırlardaki yabancı güçlerin saldırılarına karşı bir savunma bandı oluşturulmuştur.[28] Örneğin 1599 yılında, sınır ötesindeki bazı Türkmen oymaklarının yağma akınlarını önlemek için Doğu Azerbaycan sınırındaki Mübarekabad Kalesi onarılmış ve Karabağ bölgesinden getirilen Kaçar boyları yöreye yerleştirilmiştir. Ayrıca Arap akınlarına karşı önleyici önlem olarak Basra Körfezi kıyılarına da türkmen aileleri yerleştirilmiştir.[29]

Geniş grupları yerleştikleri yerlerden ayırıp başka bölgelerde iskan etmenin bir başka biçimi de Osmanlı saldırı hattı önündeki halkı buralardan daha iç kesimlere göndermektir. Bunların ev ve tarlaları yakılmış, bölgedeki birçok kuyu zehirlenmiştir. Yakıp yıkma taktiği olarak bilinen bu taktikle Osmanlı ordusunun gıda ve su bulma olanakları (yerinden ikmal) olanaksız kılınmıştır. Erzurum - Erivan - Nahçivan - Tebriz hattındaki tüm yerleşimler bu şekilde insansızlaştırılmıştır. Yine 1614 - 1615 yıllarında hem bu amaçla, hem de yeni kurduğu Ferahabad kentine nüfus sağlamak için Şirvan ve Karabağ'dan 15 bin kişi Mazenderan'a göç ettirilmiştir. Ayrıca Dağıstan'dan bir kısım Çerkez'in İsfahan civarına nakledildiği bilinmektedir. Yine 1604 yılında Osmanlı sefer hattı üzerinde olan Culfa kenti tümüyle yakılıp yıkılmış, ahalisi olan ermeni nüfus İsfahan'a göç ettirilmiştir. Şah Abbas, bu ermenilere toprak satınalma, kendi yöneticilerini seçme ve dinsel konularda ayrıcalıklar tanımıştır.[30] Bu sayede başlıcaları İzmir ve İstanbul olan Osmanlı şehirlerinde ve Avrupa'nın pek çok kentinde geniş bir ticari ilişkiler ağı olan Ermeni tüccardan yararlanmayı sağlamıştır.[31]

Bir başka göç ettirme ise ekonomik amaçlı nüfus hareketleri yaratmaktır. Örneğin Culfa kentindeki ermeni nüfusu 1604 yılında tümüyle (3 - 5 bin kişi) İsfahan'a götürülmüş, burada bir mahalle oluşturmaları sağlanmıştır. Bugün halen İsfahan'ın ermeni mahallesi olarak tanınmaktadır.[30] Şah Abbas bu mahallede iskan edilen Ermenilere zaman içinde tüm Safevi ülkesinin ticaretini teslim etmiştir. Ancak 1604 - 1605 yıllarında farklı bölgelerden çok daha büyük sayıda ermeni Safevi Sarayı'nın kararıyla zorunlu iskana tabi tutulmuştur. Bunlar içinde en büyük grup 24 - 27 bin kişi olarak Gilan ve Mazenderan eyaletlerine yerleştirilen gruptur. Şah'ın amacı ülkede hem iç, hem de dış ticaretin gelişmesini Ermenilerin sayesinde sağlamaktır.[30] Ama Gilan ve Mezenderan eyaletlerinde durum ticaret amaçlı değildir. Eyaletlerin tarım ve hayvancılık üretimini büyütmek amaçlanıyordu. Özellikle bu bölgeler ipek üretim bölgeleridir. Diğer yandan Şah'ın tahsis ettiği arazilerde bağlar kurulmuş, bu bağlardan hatırı sayılır miktarda şarap üretilmiştir. Diğer yandan bu eyaletlerde iskan edilen Ermenilere sığır ve koyun verilmiş, daha geniş çapta hayvancılık yapılmasına yönelinmiştir.[32] Bununla birlikte kısa süre sonra Gilan ve Mazenderan eyaletlerinde zorunlu iskan edilen Ermeniler, bölgenin iklim koşullarına alışamamak, özellikle de sivrisineklerin getirdiği sıtma yüzünden kırılmışlar, kalanlar başka bölgelere göç ettirilmek zorunda kalınmıştır.[30]

Şah Abbas döneminde de daha önce olduğu gibi Anadolu'dan, Osmanlı yönetiminin yarı göçebe Türkmenler'e karşı genel bir devlet politikası haline gelen yerleşik hayata geçmeleri, çiftçilik yapmaları yönündeki baskıcı uygulamaları, dışlayıcı politikası nedeniyle İran'a yoğun Türkmen göçleri olmuştur. Bu göçler sonraki yüzyıllarda da devam etmiştir.[33] Söz konusu göçlerde Osmanlı ordusunun Safevi topraklarına karşı sefere giriştiği dönemlerde özellikle yoğunluk kazanmaktadır. 1603-1618 Osmanlı-Safevî Savaşı sırasında 1603 yılında yağmacılıkları nedeniyle silsüpür adını alan 2 bin aileden oluşan bir grup, ertesi yıl ise başka bazı oymaklar Doğu Anadolu Bölgesi'nden İran'a göç etmişlerdir. Anlaşıldığı kadarıyla Osmanlılar'ın, ordunun Doğu bölgelerinde seferde olmasından yararlanarak sorunlu buldukları yarı göçebe Türkmen gruplarını baskı altına aldıklar oluyordu. Yine benzer bir durum bazı celali grupların Osmanlı topraklarında tutunamayarak İran topraklarına sığınmalarıdır.[32]

Ekonomik planda

değiştir

Hükümdarlığının ilk yıllarında merkezi hazinenin gelirlerini arttırma yoluna gitmiştir. Kısa sürede tüm eyaletler hükümdarlık arazisine dönüştüler.[6]

Şah Abbas, planladığı dönüşümler için gereksinme duyacağı mali kaynakları sağlamak için ipek üretimi yapılan Hazar Denizi güneyindeki Gilan ve Mazenderan ile daha batıya düşen Karadağ ve Şirvan doğrudan doğruya merkezin yönetimi altına almıştır.[34]

Pek çok yüzyıl boyunca uluslararası ticaretin çok büyük bir kısmı Uzakdoğu ile Avrupa arasında yürütülmüştür. Bu ticaretten en büyük kazancı sağlayan devletler Venedik Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu ve Safevi İmparatorluğudur. Son ikisi esas olarak topraklarından geçen transit ticaretten büyük gelirler elde etmiştir. Böyle olunca her iki imparatorluk da Uzakdoğu - Yakındoğu arasındaki ticaret yollarının olabildiğince büyük bölümünü kontrol altına almaya çalışmıştır.[35] Transit ticaret gelirleri için bir örnek, 1603 yılında Halep transit ticaret geliri olarak Safevi hazinesine yıllık 100.000 altın duka gibi hayli yüksek bir tutardır.[36]

Şah Abbas döneminde iç ticarette çok belirgin bir canlılık görülmektedir. Bu durum esas olarak yol ve köprülerle hanların yapılmasına bağlıdır. Örneğin Hazar Denizi'nin güney kıyısındaki bol yağış alan Gilan Eyaleti ile Mazenderan Eyaleti'ni birbirine bağlayan yaklaşık 280 km.lik taş döşeli yol Şah Abbas devrinde yapılmıştır. Elbette yolların güvenliğinin sağlanması bunu tamamlar. Yolların, köprülerin ve hanların onarımı eyalet yönetimlerine bırakılmıştır. Eyalet yönetimleri, kendi bölgelerindeki ticaretten alınan vergilerin bir kısmıyla bu harcamaları yürütüyorlar, dolayısıyla merkez hazineden tahsis beklemek zorunda kalmıyorlardı.[37] Tüm bu düzenlemeler bir yandan iç ticareti geliştirirken diğer yandan Hindistan ile Osmanlı arasındaki doğu - batı, Arabistan'la Rusya arasındaki güney - kuzey transit ticaretini geliştirmiştir.[35] Böylece hem ticari gelirler atmış, hem de ticaretin teşvikiyle üretim hacmi büyümüştür. Dolayısıyla İran, Şah Abbas devrinde genel bir refah artışı sağlamıştır. Oysa başka müslüman ülkelerde, Akdeniz ve Atlantik ticaretindeki gelişmelerin olumsuz etkileriyle ekonomik bir gerileme yaşanmaktadır.[6] Bu çerçevede bakıldığında Şah Abbas, Safevi İmparatorluğu tarihinde imar çalışmalarına en büyük yatırımı yapan hükümdar olarak görülmektedir. Sadece ticaretin alt yapısını oluşturan yol, köprü ve han gibi inşaatlar değil, ülkenin her yerinde camiler, medreseler, hastaneler, su yolları, çarşılar, kütüphaneler, hamamlar, saray ve kasrlar yapılmıştır.[38] İç ve dış ticaretin hacminin artması, zanaat üretimini yüksek bir talep yaratarak teşvik etmişti. Fakat Şah Abbas ayrıca birçok zanaatın gelişmesi için hesaplı düzenlemelere de gitmiştir. Örneğin Çin'den getirilen 300 porselen ustası, İran porselen üretimini kalite yönünden geliştirmişti. Ağırlıkla mavi ve beyaz renklerin tercih edildiği İran porselenleri Avrupa pazarlarında Çin porseleniyle yarışacak derecede talep görmektedir.[39]

Safevi ülkesinde ham ipek üretimi Gilan, Mazenderan, Erdebil, Esterabad, Şirvan, Karabağ, Şamahı ve Horasan gibi Hazar kıyısı bölgelerdedir. Şah Abbas bu bölgelere, özellikle Gilan ve Mazenderan eyaletlerine, ipek üretimini artırmak için 30 bin Gürcü ve ermeni aileyi bu eyaletlere yerleştiriştir. Bu eyaletlerde çeltik üretimi yerini ipek üretimine bırakmıştır. İpek, tüm bu bölgelerden esas olarak başkent İsfahan'a, Kazvin ve Tebriz'e getirilerek burada tüccara satılmaktadır. İpek dışsatımı bu kentlerden birkaç güzergâh kullanır. Bir hat Basra Körfezi limanlarıdır. Burada yabancı tüccara satılmaktadır. Bir diğer güzergâh ise Gürcistan üzerinden, deniz yoluyla Avrupa'ya nakledilmek üzere Trabzon limanıdır. Üçüncü bir hat Tebriz - Erzurum - Bursa hattıdır.[40]

Şah Abbas'ın askeri seferlerinin neredeyse tümü, bu ipek ticaret hatlarını ele geçirmek içindi. Önce güney hattına hakim olmayı hedeflemiş, 1601 yılında generallerinden Şiraz Valisi Allahverdi Han'a, İran'ın güney batısına düşen Lar Eyaleti'ni istila etme emri vermiştir. Hemen ertesi yıl Basra Körfezi'nin doğu kıyılarındaki Bahreyn Adası Portekizlilerden geri alındı. Bu iki yılda güney hattı ele geçirilmişti. Hemen ertesi yıl, 1603'te kuzey hattını ele geçirmek için ordularını Azerbaycan ve Kafkasya üzerine sevk etti. Bölgedeki zayıf ve hazırlıksız Osmanlı kuvvetleri kısa sürede atıldı ve bölge kentleri Safevi kontrolüne alındı.[41]

Safevilerin temel ihraç malı ipektir. Bir bakıma ipek imparatorluğudur. İmparatorluğunun bu gerçeğini çok iyi görebilen Şah Abbas, ipek üretimini ve dışsatımını geliştirmek için üç kategoride düzenlemelere gitmiştir. Bunlardan biri ipek dışsatımını bu işi başarılı bir şekilde yapabilecek bir grubun kontrolüne vermiştir, ermeni tüccar. Bu girişimiyle ayrıca, ipek dışsatımını daha rahat bir şekilde kontrolü altında tutabilmiştir. İkinci kategoride ipek üretimi konusundaki düzenlemelerdir. İpek üretimi esas olarak Hazar Denizi'nin güney bölgesinde yapılmaktadır. Tüm bu toprakları hassa arazisi haline getirmek, ipek üretiminin kontrolünde daha etkin bir yöntem olmuştur. Üçüncü kategoride ise ipek hasılatını kontrolüne almasıdır, ülkede üretilen tüm ipek, Şah'ın malı olarak İsfahan'daki ana depolara getirilmiş, dışsatım için burada ermeni tüccara tahsis edilmiştir.[40] Bu yöndeki tüm düzenlemeler 1603'te, bir önceki iki yıl güney ticaret hattını ele geçirdikten sonra kuzey hattını da kontrolüne alır almaz yapmıştır. Birbiri ardınca yapılan fetihler, zorunlu göç ettirmeler ve düzenlemelerle ipek üretimini, bir merkezde toplanmasını ve İzmir, İstanbul gibi Osmanlı kentleriyle Livorno, Amsterdam ve Paris gibi Avrupa ticaret merkezi kentlerde geniş ticaret ağlarıyla sıkı işbirliğinde olan Ermeni tüccarı dışsatımda tekel durumuna getirerek, tüm ham ipeğin dışsatımını devlet denetimine almıştır. Özellikle İran ham ipeğinin Avrupa'ya satışını yürüten tüccarın etnik kökeninde ortaya çıkan bu dönüşüm, Şah Abbas döneminin İran ekonomisinde oluşturulan en önemli ekonomik dönüşümdür. Şah Abbas dönemine kadar bu ticaret çoğunlukla Fars ve Azeri tüccarın elindeydi. Bu dönemde zaten önemli bir ermeni nüfusu başkent İsfahan'a yerleştirilmişti. Ermeni tüccarın başkentte kendi dükkânlarında İngiltere, Hollanda, Venedik ve diğer Avrupa dokumaları sattıkları bilinmektedir. Bu dokumaların ham ipek ihracının karşılığı olarak getirildiği ileri sürülmektedir. Şah Abbas'ın düzenlemeleriyle hızla ermeni tüccarın kontrolüne geçmiştir. Ham ipek, Şah'ın saltanat ambarlarında toplanıyor, buradan ermeni tüccara dağıtılıyordu. Şah Abbas, ham ipek ihracında ermeni tüccarı, onların Avrupa'daki ticari bağlantılarını yararlanmak için kullanmayı düşünmektedir. Bu ermeni tüccar Avrupa'nın neredeyse tüm büyük kentleriyle çalışmaktadırlar ve tüm dünya ham ipek ticareti bu kentlerden kontrol edilmektedir. Bu dışsatımdan ülkeye akan gümüş ve altın olarak dışsatım gelirlerinden alınan ticaret vergileri de merkezi hazineye pürüzsüzce akmıştır.[28][31][42]

İpek, kervanlarla Bursa, Tokat ve Halep'e, sonuç olarak büyük bir kısmı Osmanlı toprakları üzerinden Avrupa'ya gitmektedir.[5] Örneğin 1620 yılında Avrupa'ya giden İran ipeği yıllık 384.800 kilodur.[43] Ancak bir miktar ham ipek Avrupa'ya gitmemekte özellikle Bursa'da dokumada kullanılmaktadır. Böyle olunca Osmanlı merkez hazinesi bu transit ticaretten önemli tutarda gelir sağlıyordu. Şah Abbas, topraklarına yönelik Osmanlı askeri seferleri nedeniyle Osmanlı hazinesinin bu gelirini kesmek için ipeği başka yollardan Avrupa'ya göndermenin yollarını aramıştır.[5] Avrupa'nın o yıllarda ham ipek talebi yıllık olarak 200 -300 ton gibi yüksek bir miktardır ve bunun % 86'sı İran ham ipeğidir. Bu oran yıllık 170 - 260 ton arasındadır. Söz konusu ham ipek Halep ve İzmir çarşılarında Avrupalı tüccara satılmaktadır. Sonuç olarak İran ham ipeği Avrupalı tüccara Osmanlı kentlerinde satılmaktadır. Şah Abbas işte bu ticaretin vergi gelirlerinin Osmanlı merkez hazinesine akmasını önlemek istemektedir. İstanbul'daki Venedik elçisinin 1617 yılında yazdığına göre Osmanlı merkez hazinesinin ham ipek transit ticaretinden elde ettiği yıllık gümrük vergisi tutarı 3 - 4 milyon akçe'yi bulmaktadır.[31] Bunu sağlamak için Avrupalı tüccarın İran'a gelmesini, İran'la ticaret yapmasını sağlamak zorundaydı. Bir yandan Avrupalı hükümdarlarla temaslar kurarken bir yandan da Avrupalı tüccara cazip olanaklar ve kolaylıklar sağlamak gerekiyordu. Hepsinden önemlisi de Safevi topraklarında güvenle iş yapabilmeleri, seyahat edebilmeleri sağlanmalıydı. Sonunda 1600 yılında yayınladığı fermanıyla yerel yöneticilerin Hristiyan tüccara zorluk çıkarmaması, dini olarak baskı yapılmasının önlenmesi emredilmiştir. Bir başka fermanla ise Hristiyan tüccara tüm gümrük vergilerinden muaf tutulmaları, dini özgürlük sağlanması ve Şah'ın topraklarında özgürce seyahat etme hakkı tanınmıştır.[44] Avrupa'yla bilinen ilk teması 1599 yılında, Şah'ın hizmetine giren İngiliz Sir Antony Sherley ile birlikte bir elçilik heyetini Moskova üzerinden Avrupa'ya göndermesidir. Beklediği ölçüde bir sonuç elde edemediyse de 1603, 1607 ve 1610 yıllarında Avrupa'ya elçi heyetleri gönderdi. Hatta 1610 yılındaki elçi gönderme denemesi ilginçtir, güney deniz yolunu kullanarak, Ümit Burnu'nu dolaşmak suretiyle deniz yoluyla Lizbon'a gidilmiş ve 200 balya ipek götürülmüştür. Böylece uzakdoğu ile ticaretin Hint Okyanusu üzerinden yapılmasını desteklemişti.[45]

İran ham ipeğinin Avrupa'ya ihracında Osmanlı topraklarından geçmemesini sağlamak, bunun yerine başka bir ticari güzergâh oluşturma çabası oldukça karmaşık bir dizi düzenlemek gerektirecektir. Çünkü başka bir güzergâh bulunması yeterli değildir, Safevi İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu'yla hatırı sayılır bir ticari ilişki içindedir. İran'dan ihraç edilen ipeğin bir ölçüde karşılığında Osmanlı ülkesinden ithalat da yapılmaktadır ve bu ithalat Safevi ekonomisi için son derece önemlidir. Hepsinden önce sikke kesmek için bile İran'ın yeterince altın ve gümüş olarak değerli madeni yoktur, bunların önemli bir bölümü Osmanlı ülkesinden gelmektedir. Öte yandan kalay, inci, Mısır ve Kıbrıs'ta üretilen şeker, hatta bir kısım Hindistan baharatı ile Avrupa yünlü dokuması Osmanlı ülkesinden ithal edilir. Sene olarak 1600 civarları için örnek verirsek, yıllık yünlü kumaş ithalatı 2 bin balya, kalay ithalatı 40 - 50 ton gibidir.[46] Şah Abbas'ın bu ithalat için alternatif bir yer bulması gerekmektedir. Diğer yandan ipek ihraç güzergahının değiştirilmesi içte dahi, esas olarak ermeni tüccardan gelen tepkilere yol açmıştır. Bizzat Şah Abbas ermeni tüccara adeta tekel olanakları sağlamıştı, onlar da geniş bir ticari ilişkiler ağı kurmuştu. İpek güzergâhı değişince tüm bu bağlantılar çökecek, İran dış ticaretinde onlar için belirsiz dolu bir dönem başlayacaktır. Dolayısıyla ham ipek ihracında var olan düzenin değişmemesi için Şah nezdinde yoğun çabalar harcadılar.[47] Diğer yandan Venedik açısından bu şekilde ipek güzergahının değişmesi bir yıkım olacaktır, çünkü Venedik'in önemli gelir kalemi, Levant üzerinden yapılan ipek ticaretidir. Bu ise artık Osmanlı ülkesinden geçmektedir. Ayrıca İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, Osmanlı'yla giderek artan ticari ilişkileri, Şah'ın önerdiği rotanın uzun ve kar garantisi olmayan bir rota olması ve İran'ın Osmanlı'dan gelen değerli madenlere olan bağımlılığı nedenleriyle duruma kesinlikle karşıydı. Sonuç olarak Şah Abbas'ın ham ipek ihraç güzergahını Osmanlı ülkesi dışından yapma amacı, en azından o tarihler için uygulanabilir bir amaç değildi.[48]

Ne var ki 17. yüzyılın başlarından itibaren Hint Okyanusu'na İngiliz ticareti yerleşmeye başlamıştır. Doğu Hindistan Şirketi esasen özel bir şirket olmasına karşın 1600 yılının son gününde "Kraliyet Fermanı" almayı başarmıştır. Şirket daha 1600 yılı içinde Babür İmparatorluğu'ndan Hindistan'da ticaret yapmak için imtiyaz almıştı.[49] Ancak İngiltere'nin önemli bir ihraç ürünü olan yünlü dokumaları Hindistan'da satamazdı. Kışları soğuk geçen İran bu mallar için potansiyel bir alıcıdır. İngiltere'nin bu ticari olanağı fark etmesi 1614 yılında İran'a seyahat eden bir İngiliz tüccar tarafından ilgililere iletilmiş ve büyük ilgiyle karşılanmıştı. Aslında Antony Sherley'in erkek kardeşi Robert Sherley, 1611 - 1612 yıllarında, İran ipeğinin okyanus üzerinden alınması için İngiltere'de temaslarda bulunmuş, ancak Doğu Hindistan Şirketi nezdinde ilgi görmemişti. Şimdi durum değişiyordu. Yünlü dokuma için geniş bir pazar sağlanacaktı. Üstelik İran Körfezi limanlarından alınacak ham ipek, Osmanlı topraklarından gelen, örneğin Halep'teki İran ipeğinden yarı yarıya ucuzdur. Bunun üzerine şirket yönetimi Safevi ülkesiyle ilgilenmeye başlamış, bir İngiliz gemisi 1615 yılının aralık ayında İran Körfezi'ne gelerek şirket temsilcisini İsfahan'a gitmek üzere karaya çıkarmıştır. Şah Abbas temsilciyle çok olumlu bir görüşme yaptı ve bir ferman çıkararak İran Körfezi limanlarına gelen İngiliz gemilerinin engellenmemesini, İngiliz tüccarın malları istedikleri yerlere nakletme hakları olduğunu ilan etti. Dahası Hürmüz Adası'nın 90 mil doğusunda anakaradaki Cask Limanı'nda İngilizlerin bir ticari istasyon kurmalarına izin vermiştir. Yine de bu anlaşma için sıkı bir pazarlık yapıldığı anlaşılmaktadır. İngilizler, ipek bedelini, yünlü dokuma bedeliyle takas yöntemiyle ödemek istiyorlardı. Hesaplamalarına göre İran ipeği için yıllık ödeme 3 - 4 milyon altın tutmaktadır. Bu parayı nakit olarak toparlamanın güçlüğü yanında hükûmetin merkantilist politikaları nedeniyle ülke dışına değerli maden çıkışı istenmiyordu. Şah Abbas buna karşı çıktı, nakit ödemede ısrar etti. Özellikle savaş yıllarında Osmanlı ülkesinden gelen değerli maden miktarı büyük ölçüde düşüyordu, ülke ekonomisinde para sıkıntısı baş gösteriyor, bu değerli madenler fazlasıyla değer kazanarak enflasyonist baskı yaratıyordu. Pazarlıklar sonucu ipek / yünlü dokuma ticaretinin üçte birinin nakit olarak yapılması karara bağlanmıştır.[49][50] Şah Abbas, Basra Körfezi'ndeki son Portekiz dayanağını Hürmüz Adası'nı 1622 yılında işgal edince Hollandalılarla, İngilizlere tanınan ayrıcalıklarla ticareti açtı. Ardından Hindistan'la Levant arasındaki kara ticaret rotasının çok önemli pazarlarından biri olan Bağdat, 1624'te Şah Abbas'ın kontrolüne geçti. Diğer yandan Hint Okyanusu İngiliz ve Hollandalılar tarafından tümüyle kontrol ediliyordu. Böylece Osmanlı İmparatorluğu uluslararası ticaretten bir ölçüde de olsa tasfiye edilmiş oluyordu. Örneğin 1628 yılında Halep pazarına çok sınırlı olarak ipek geliyordu.[51]

Doğu Hindistan Şirketi hemen sonra, 1617 yılında, doğrudan İran ipeğinin Avrupa'ya İran Körfezi limanlarından İngiliz tüccar gemileriyle taşınması için Şah Abbas nezdinde girişimde bulundu. Şah, istenenden daha eli açık oldu, istedikleri limanı seçebileceklerini belirterek, yıllık olarak 1.000 - 3.000 balya ipeği belirlenmiş bir fiyattan teslim edeceğini vadetti. İngiliz tüccar, bu ipeği yükleme limanına gümrük vergisinden muaf olarak götürebilecekti. İngiliz temsilcisi ise bunların üstüne ipek bedelinin dörtte birini nakit, kalanını ise İngiliz ihraç malları olarak ödemeyi önermiştir. Önerilen İngiliz ihraç ürünleri çuha, yünlü ve pamuklu giysi, kalay, kurşun ve baharattı. Şah bu öneriyi kabul ettiği gibi İsfahan'daki sarayda bir İngiliz temsilcisinin bulunmasını istedi. İngilizler hemen ardından Şiraz ve İsfahan'da ticari merkezler oluşturdular. Şah Abbas'ın bu tavizleri vermesinin esas nedeni İran ipeğinin ihraç güzergahını sonunda değiştirecek olmasının yanında askeri bir amacı olduğu ileri sürülmektedir. Hürmüz Adası'nı eninde sonunda almak isteyen Şah Abbas'ın ordusunu adaya çıkarabilmesi için donanması yoktu, İngiliz donanmasından yararlanabilirdi.[52]

Sonuç olarak Doğu Hindistan Şirketi'yle yapılan tüm bu görüşmeler uygulamaya girmemiştir. Şah Abbas, 1618 (ya da 1619) yılında şirket temsilcisine Osmanlı ülkesinden geçirmemek koşuluyla tüm İran ipeğini İngilizlere satacağını söylemiş, ancak o güne kadar İran ipeğinin ihracını elde bulunduran ermeni tüccar şiddetle karşı çıkmıştır. Bunun üzerine Şah, ipeğini en yüksek fiyat verene satacağını söyleyerek bir bakıma İran ipeğini ihaleye çıkarmıştır. En yüksek fiyatı ermeni tüccar verince İran ipeğinin ihracı onların elinde kaldı.[53]

Hollanda, daha sonra da kalıcı olarak İngiliz etkisinin, Portekiz askeri ve ticari varlığını Hint Okyanusu'ndan tasfiye etmesinden sonra Şah, ipek ihraç güzergahını Hint Okyanusu limanlarına çevirmeye çalıştı. İpek ticareti radikal bir dönüşüm geçirecekti, kara taşımacılığından deniz taşımacılığına geçilecekti. İşte bu noktada ithalat konusu Safevi ekonomisini sarstı, artık Osmanlı ülkesinden gelen altın ve gümüş miktarı çok düşmüştü. Ekonomi para darlığı yaşamaya başladı. Osmanlı hazinesi de bu değişmeden önemli ölçüde etkilenmiştir.[47]

Uzakdoğu ile Ortadoğu arasındaki ana ticaret hattının kontrol altına alınması yönündeki girişimler ve Osmanlı ve Safevi mücadelesi XVII. Yüzyılın ortalarından başlayarak artık anlamını yitirmiştir. Amerika Kıtası'ndaki Avrupa kolonilerinin üretim hacminin ve çeşitliliğinin çok büyük ölçüde artmasıyla bu kolonilerden Avrupa pazarlarına giderek daha fazla şeker, tütün, kahve ve pamuk akmaya başlayacaktır. Dahası Avrupa'da ipek yerine pamuklu dokuma tercih edilir olmaktadır. İpeğe olan talebin hızla düşmesiyle Venedik, Osmanlı ve Safevi, Uzakdoğu ile yapılan ticaretin neredeyse birden bire düşmesine tanık oldular. Bu ticaretten sağlanan yüksek gelirler de ortadan kalktı.[35]

Yönetim tarzı

değiştir

Şah Abbas, kendisine başkaldıran emirler üzerine yürüyüp onları çaresiz bıraktığında bile af dileyenleri bağışlamış, onlara yeni yetkiler ve geniş geçimlik olanaklar bahşetmiştir.[54] Diğer yandan yine boyun eğen ezeli düşmanlarıyla da barışçıl ilişkiler kurmaya çabalamış, hatta olaylar sıcak çatışmaya varmadan önce barış koşullarını araştırmış, karşı tarafa barışçıl olduğunu garanti eden mektuplar göndermiştir. Özbekler'e karşı giriştiği askeri seferler de Safevi toprakları olarak gördüğü ve Özbekler tarafından işgal edilmiş olan Horasan'ı geri almaktı, Özbek ülkesine saldırmadı, onların topraklarında gözü olmadı.[55] Şah İsmail'den beri süregelen geleneğe uyarak ülkesinin doğu sınırını Amu Derya Irmağı olarak kabul edip öteye geçmemiştir.[56]

Askeri seferler

değiştir

Hürmüz Adası'nın alınması

değiştir

Hürmüz Adası, Hürmüz Boğazı üzerinde bulunması nedeniyle Basra Körfezi'nin girişine hakimdir. Bu konumuyla Hindistan'la Ortadoğu arasında yapılan deniz ticaretinde çok önemli bir geçiş noktasıdır. Hürmüz Boğası, Basra Körfezi'nin en ucundaki Basra limanıyla bağlantı sağlar. Basra ise Bağdat ve Halep arasındaki kervan yolunun bir ucudur. Hürmüz Boğası'ndan geçip belirtilen güzergâhı izleyerek Akdeniz'e, Halep'e ulaşan ticaret yoluyla Hindistan'dan baharat, pamuk, çeşitli ilaçlar, çivit ve Hint kumaşları taşınmaktadır. Halep'te Avrupalı tüccarın yanı sıra Anadolu, Mısır, İran ve Hindistan'dan gelen tüccar iş yapmaktadır. Arap tüccar ise doğrudan Hürmüz'den mal almaktadır. Hürmüz Boğazı kıyısında Şah Abbas'ın kurduğu Bender Abbas limanına ise İran'ın tüm bölgelerinden İranlı tüccar gelmektedir. Sonuç olarak İran'ın en önemli ticaret limanıdır. Portekiz 1622 yılında Hürmüz Adası'nı kaybedene kadar büyük tutarda gümrük geliri sağlamışlardı. Tüm bunlar Şah Abbas'ın Hürmüz Adası'nı Portekizlilerden almak yönündeki çabasını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.[57] Kent, İlhanlılar zamanında, kabaca 1300'de eski kentin karşısındaki küçük adaya, Hürmüz Adası'na taşınmıştır. Hint Okyanusu'daki Portekiz donanması 1606 yılında istila edilmiştir. Portekiz donanması hemen ardından adanın hemen karşısında anakaradaki Gemburun Limanını da işgal ettiler. Böylece Basra Körfezi'ndeki tüm ticari ve askeri hareketliliği kontrol eder hale geldiler. Ayrıca ada Portekiz ticareti için önemli bir ticari merkez haline geldi.[58] Her yıl 20 - 30 ticaret gemisinin mal boşalttığı limandan Osmanlı vatandaşı Ermeni ve Türkler ile Venedikli tüccar mal alıyordu. Portekiz hem bu ticaret üzerinden vergi, hem de yerleşik müslümanlardan haraç alıyordu.[59]

Şah Abbas, 1600'lerin ilk yıllarında adayı Portekizlilerden almayı planlamış olsa da başka meseleler yüzünden sonuç alacak bir girişimde bulunulmamıştır. Ancak 1614 yılında Gemburun Limanı'ndaki Portekiz askeri varlığı sona erdirilmiş, limanın adı Şah Abbas tarafından Bender Abbas (Abbas Limanı) olarak değiştirilmiştir.[60] Ancak Şah Abbas Hürmüz Adası'na saldıramazdı, adaya çıkarma yapabilmek için donanması yoktur. Bu arada İngilizlerin Hint Okyanusu ticaretine girmeye başlaması bir fırsattı. Sonunda İngilizlerle birlikte bir harekât yapılması yönünde anlaşmaya varılmıştır. Bu anlaşmaya göre Safevi kuvvetleri İngiliz donanması tarafından adaya taşınacak, İngiliz donanması ile Safevi kuvvetleri adadaki kaleye aynı anda saldıracak, ganimet ve adanın gümrük gelirleri eşit paylaşılacak, savaşın masrafları eşit olarak paylaşılacak ve İngiltere'den yapılan ithalattan gümrük vergisi alınmayacaktır. Safevi kuvvetleri - 3 bin asker- adaya çıkıp kaleyi iki ay boyunca kuşatma altında tutmuştur. Portekiz garnizonu 19 Nisan 1622 günü teslim olmuş ve ada el değiştirmiştir.[61]

Hürmüz Adası'ndan Portekiz güçlerinin atılması sonuçta Şah Abbas'a yaramıştır. Basra Körfezi'nin ticari rotalarını tümüyle kontrolü altına alması yanında İngilizlerle yapılan antlaşmanın kendi payına düşen kısmını uygulamamıştır. Yine de İngiliz ve daha sonra Hollanda tüccar gemilerinin limanı rahatlıkla kullanmalarına olanak sağlamıştır.[62]

Bağdat'ın alınması

değiştir

Şah Abbas Azerbaycan ve Gürcistan'a hakim olduktan sonra Uzakdoğu ticaret yollarının geçtiği Bağdat, Musul ve Basra bölgelerini de kontrol altına almak istiyordu. Tam bu sırada karşısına umut veren bir fırsat çıkmıştır. İstanbul'da Genç Osman olayı sonucu Osmanlı eyaletlerinde karışıklıklar, huzursuzluklar baş göstermiştir. Bağdat da bu eyaletlerden biridir. Bağdat Valisi Yusuf Paşa ile kent garnizonu komutanı olan Subaşı Bekir arasında güç çekişmesi ortaya çıkmıştır. Bir ara kentten çıkan Subaşı'nı vali kente almamak istedi. Arada çıkan çatışmada Vali Yusuf Paşa bir kaza kurşunuyla vurulup ölmüştür. Rakibi böylece ortadan kalkan Subaşı Bekir, kendi düzenlediği bir beratla kendini Bağdat Valisi ve paşa ilan etmiştir. Osmanlı payitahtının tepkisi, Diyarbakır Valisi Hafız Ahmet Paşa'yı Bağdat'a göndermek olmuştur. Hafız Ahmet Paşa, Subaşı Bekir'i Padişah adına azledecektir. Paşa, 30 bin kişilik bir kuvvetler gelip kenti kuşatır.[63] Şah Abbas bu fırsatı değerlendirir ve Bağdat Valiliği'ni kendisine vereceğini bildirmek üzere Hamadan Valisi Safi Kulu Han başkanlığında bir heyeti Subaşı Bekir'e gönderir. Kendisi de 30 bin kişilik bir ordu ile Bağdat üzerine hareket eder. Durumu öğrenen Hafız Ahmet Paşa, savaştan kaçınmak üzere Subaşı Bekir'e Bağdat Beylerbeyliği alametlerini göndermiştir. Bağdat'ın kendisine verilmesi üzerine Subaşı Bekir, Safevi elçilerine artık Bağdat'ı Şah Abbas'a teslim etmeyeceğini bildirmiştir. Ancak iş isten geçmiştir, 1623 yılı temmuz ve ağustos aylarında Şah Abbas kuvvetleri Bağdat'a ulaşmış ve kenti kuşatmıştır. Bekir ise kenti savunmaya kararlıdır. Ne var ki oğlu, durumda umut olmadığını düşündü, Şah Abbas'ın valilik vaadinden de etkilenerek bir gece kent kapılarını Şah Abbas kuvvetlerine açtı. Böylece 28 Kasım 1623 tarihinde kent Safeviler'in eline geçmiştir. Bekir öldürtülmüş, oğlu ise, babasına bile ihanet eden bir adam olarak önce sürülmüş, sonra da infaz edilmiştir. Ardından Safi Kulu Han Bağdat Valisi olarak atanmış, komutanlarını Kerbela, Necef ve Kufe üzerine göndermiştir. Bu bölgeler de kısa sürede Safevi hakimiyetine girmiştir.[64]

Diğer devletlerle ilişkiler

değiştir

Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkiler

değiştir

Osmanlı - Safevi ilişkileri daha XVI. Yüzyılın hemen başlarında gergin olarak başlamıştı. Bir kısım araştırmacı bu gergin ilişkileri mezhep ya da İranlı - Türk anlaşmazlığı ile açıklamaya çalışmasına karşın bu yaklaşım sığ ve oldukça yüzeysel bir açıklamadır. Yine de Safevi hükümdarlarının bu mücadelede mezhep farklılıklarını siyasal bir araç olarak kullandıkları gerçektir. Şii Safevilerin, sunni Osmanlılar ile gergin ilişkileri olmasına karşın diğer yandan sunni Memluk ile ve Hristiyan Venedik ile dostane ilişkiler sürdürmesi, mezhep ve din farklılığının sadece kitleleri harekete geçirmekte kullanılan ideolojik bir çerçeve olduğunu, siyasal bir araç olarak kullanıldığını göstermektedir.[65] Zaman zaman savaşlar olarak gerçekleşen bu gerginliklerin temelinde, esasen ekonomik dinamiklerden kaynaklanan ve her imparatorluğun taşıdığı genişleme özleminin sonucu[66] olduğu ileri sürülmektedir. Şah Abbas'ın da stratejisinin genel hattı, genişlemek ve bunun için gerektiğinde savaşmaktı. Bu tutum, imparatorluk ekonomisini, buna bağlı olarak merkez hazine gelirlerini istikrarsız yapmıştır.[67] Her iki imparatorluk için Güneydoğu Asya ile Avrupa arasındaki uluslararası ticaretin sağladığı vergi gelirleri çok önemli bir merkezi hazine geliridir ve her iki imparatorluk bu ticaret hatlarını ve limanlarını hakimiyet altına almaya büyük değer vermiştir. Safevi İmparatorluğu açısından uluslararası transit ticaretten sağlanan vergi gelirlerinin yanında kendi topraklarında üretilen ham ipeğin Avrupa ve Anadolu -özellikle Bursa- pazarlarına sevki önem taşımaktadır.[68]

Şah Abbas devrinde Osmanlı İmparatorluğu ile olan çatışmalar Güney Azerbaycan ve Irak'ın batısı için gerçekleşmiştir. Güney Azerbaycan'ın en önemli kenti Tebriz, Batı Irak'ın ise Hamedan'dır.[69] Bunlar, askeri çatışmaların geçtiği bölgelerdir ve doğal olarak sınır bölgeleridir. İki imparatorluk arasındaki askeri çatışmaların esas nedenleri ise çeşitlidir. Bunlar, Safevilerin Osmanlı aleyhine Avrupalı devletlerle ittifak arayışları, sınır ihlalleri, Osmanlı ülkesine her yıl gönderilmesinde anlaşmaya varılan ham ipeğin eksik olması, kişisel çıkar peşindeki yerel siyasi - askeri erklerin ikili oynaması ve arabozucu tutumları olarak görülür.[70] Osmanlı - Safevi çatışmasında bu askeri nedenlerin dışında Şah Abbas'ın Osmanlı'nın uluslararası transit ticaretten elde ettiği gelirleri engellemek amacıyla izlediği siyasanın da önemi büyüktür. Kendi ülkesinde üretilen ipeğin Avrupa'ya sevk hattını Osmanlı toprakları dışından geçirmeye çalışırken bir yandan da, Uzakdoğu'dan gelen malların, büyük kentlerin pazarlarında işlem görmesi sırasında sağlanan vergileri ele geçirmeyi, diğer yandan bu gelirlerden Osmanlı hazinesini mahrum etmeyi amaçlamıştır.[71] Diğer yandan Safevi ülkesindeki iç karışıklıklar, Osmanlı yöneticileri tarafından Safevi topraklarından büyük parçalar koparmak için bir fırsat olarak görülmüştür.[72] Stratejik planda bakıldığında ise, özellikle 1578-1590 Osmanlı-İran Savaşı'ında ve öncesinde stratejik amaç, Tuna Nehri'nden Hindistan'daki Babür İmparatorluğu sınırlarına kadar uzanan ve Sünni halkları (Safevi toprakları için konuşulduğunda Sünnileştirilecek olarak almak gerekir) kapsayan bir kara köprüsü oluşturmaktı. Bu amaçla Özbekler ile XVI. Yüzyıl başlarından itibaren diplomatik bağlantılar kurularak ortak ya da birbirini destekleyen askerî eylemlere girişilmesine çalışılmıştır. Hazar Denizi'ne indirilen güçlü bir filo da Osmanlı ile Özbekler arasında fiziki olarak bir bağlantı oluşturdu.[73] Ne var ki iki devletin dış ilgilerindeki farklı yönelimler yüzünden bu ittifak oluşturulamamıştır. II. Abdullah Han'ın (1560-1598) hükümranlığı sırasında bu antlaşma sağlanabilmiştir. Yine de bu ittifak, II. Abdullah Han'ın başka dış tehditlerle ilgilenmek zorunda kalması nedeniyle 1588'den sonra işlerlik kazanabildi. Şah Abbas'ın Osmanlı'ya önerdiği barış kabul görünce bu ittifak tek taraflı olarak fes edilmiş oldu.[74] Fakat daha önce Abdullah Han, 1588 yılında Horasan'a saldırarak Herat ve Meşhed'i istila etmiştir.[73]

Savaşlar kuşkusuz her iki toplum açısından ağır yıkımlara yol açmıştır. Özellikle her iki imparatorluğun askeri seferlerinin geçtiği bölgeleri, genişçe bir bant halinde yıkıma uğramıştır. Osmanlı ordusunun Safevi ülkesine saldırması durumunda baştan beri Safevi taktiği, yakıp yıkma taktiği ile geri çekilmek, sıcak çatışmadan kaçınmak, böylelikle Osmanlı ordusunun erzak sıkıntısına düşerek geri çekilmesini sağlamak şeklinde olmaktadır. Şah Abbas döneminde de bu taktik uygulanmıştır. Askeri seferlerin yoğunluk gösterdiği bölge olan Azerbaycan ise en ağır tahribata uğrayan bölge olmuştur. Örneğin 1603-1618 Osmanlı-Safevî Savaşı sırasında Şah Abbas'ın emriyle Selmas - Tebriz arası bölge öylesine tahribata uğramıştır ki, tek bir kişinin bile yaşamını sürdürmesi olanaksız duruma gelmiştir. Lakin Şah Abbas, Osmanlı ileri harekâtı kendi topraklarında sabote etmekle yetinmeyecek kadar stratejik görüş sahibi bir hükümdardır, Osmanlı ordusu daha Safevi sınırına ulaşmadan Osmanlı'nın doğu eyaletlerine yağma akınları düzenleme emri vermiştir. Örneğin Kuyucu Murat Paşa'nın seferi sırasında 1610 yılında Erzurum'dan Van'a kadar olan çok geniş bir alana yönelen yağma akınları düzenletmişti. Bu bölgede tarım yapmak bir yana, yaşamaya bile olanak kalmamıştı. Savaşlar dışında da Şah Abbas Osmanlı'nın doğu topraklarına karşı yağma akınları düzenletmiştir. Bunlarda da ağır yıkımlar verilmiştir. Osmanlı yağma akınları da özellikle Azerbaycan'da geniş bir yıkıma yol açmıştır. Şii halktan çok sayıda aile, Osmanlı yönetimi altına girmek istemediklerinden ülkenin başka bölgelerine göç etmiştir.[75]

1578 - 1590 Savaşı

değiştir

Osmanlı İmparatorluğu ile Safevi İmparatorluğu arasında bir dizi muharebenin yer aldığı 1578 - 1590 savaşının bir bölümü Şah Abbas dönemine denk gelir. Osmanlı saldırıları karşısında Şah Abbas, doğudaki Özbek saldırıları ve iç ayaklanmalar, eyalet yöneticilerinin özerk tutumlar izlemek yönündeki eğilimleri ve eylemleri nedeniyle tüm gücüyle karşı koyma olanağını bulamamaktaydı. Birkaç saldırı denemesine karşın batıdaki güçlerini gerektiği gibi takviye edemedi ve bir an önce Osmanlı saldırılarını barış antlaşması sağlamakla stabil etmeye yöneldi.[76] Osmanlı yöneticileri de barış sağlanmasından yanaydılar. On iki yıl süren savaşlar Osmanlı hazinesi üzerinde ağır bir yük oluşturduğu gibi, ele geçirilmiş olan geniş toprakların güvenliğinin sağlanması da ayrıca mali bir yük getirecekti. Gerçekten de bu savaşlar ve ele geçirilen topraklar, Osmanlı maliyesi açısından yıkıcı sonuçlar doğurmuştu.[76] Antlaşma 21 Mart 1590 günü Ferhat Paşa Antlaşması olarak, (bazı kaynaklarda İstanbul Antlaşması) imzalandı. Bu antlaşmaya göre Batı Azerbaycan, Dağıstan, Tebriz, Ermenistan, Karacadağ, Gence, Şeki, Karabağ, Şirvan, Kars, Tiflis ve Nihavend Osmanlı yönetimine bırakılmıştır.[77][78] Osmanlı topraklarına katılan toplam alan 590 bin kilometrekaredir.[73] Özbek Abdullah Han ise esas olarak Kirman - Simnan hattının doğusunda Sistan, Kara, Hazare, Gileki, Nişabur, Sebzevar, Esferayin, Tun, Muhavvelat, Cunabat, Kayın ve Tebes gibi günümüz Afganistan batısı ve Horasan kesimindeki bölgelerde kalmıştır.[73] Ayrıca Şah Abbas'ın kardeşi Hamza Mirza'nın dokuz yaşındaki oğlu Haydar Mirza rehine olarak İstanbul'da kaldı, esirler iki tarafça da serbest bırakıldı ve iki tarafa sığınan asilerin korunmaması karara bağlanmıştır.[77] Diğer yandan Özbekler'in istila ettikleri toprakların Özbek hakimiyetinde kalması kabul edilmiştir, buna karşılık Özbekler de Safevi topraklarına yönelen saldırılarına son vereceklerdir.[73]

Safevi için en büyük kayıplardan biri, Azerbaycan'ın Şirvan'a kadar olan kesiminin Osmanlı İmparatorluğu işgalinde kalmasıdır. Bu bölge önemli bir ham ipek üretin bölgesidir. Şah Abbas daha sonra saldırıya geçip 1603-1618 Osmanlı-Safevî Savaşı'nın ikinci yılında bu toprakları geri almıştır.[40]

1603 - 1618 Savaşı

değiştir

Şah Abbas, 1603 yılına gelindiğinde, ordusunu yeniden yapılandırmış, köle askerlerden (gulam) oluşan ve ateşli silahlarla donatılmış bir merkezi ordu oluşturmuş, Özbeklerden Horasan'ı geri almış, eyalet gelirlerinin büyük bölümünü merkezi hazineye çekmiştir. Tüm bunların sağladığı güç ve özgüvenle artık devleti güçlendirme yolları arama…

1590 yılında Osmanlı'ya terk ettiği toprakları geri almak istemesi doğaldır. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu maliyesi, Avusturya ile olan savaşında ağır bir yük altında kalmış,[79] üstüne üstlük Anadolu'daki Celali İsyanları nedeniyle vergi gelirleri önemli ölçüde düşmüştü.[80]

Bu koşullar altında ordunun başında Tebriz üzerine yürümüştür. Serav Antlaşması'yla son bulan 1603-1618 Osmanlı-Safevî Savaşı bu saldırıyla başlamış oldu. Bunun için uygun bir bahane de vardır. Tebriz garnizonundaki asker bir süredir aylıklarını alamıyorlar ve bunun çaresi olarak kırsal bölgeleri yağmalıyorlardı. Sadece Tebriz kırsalını değil civar bölgelere de uzanmakta, bu arada Osmanlı'ya bağlı Selmas Kalesi bölgesi de yağmalanıyordu. Selmas Kalesi komutanı Gazi Bey, sancağının yağmalanması karşısında çareyi Şah Abbas'a sığınıp ondan yardım istemekte bulmuştur.[81] Bu fırsatı değerlendiren Şah Abbas, 14 Eylül 1603 tarihinde başkent İsfahan'dan, görünüşte Mazenderan seferi için yola çıkmıştır. Son derece hızlı hareket ederek ordunun başında Tebriz üzerine yürüdü. Bu sırada Tebriz Beylerbeyi Zincirkıran Ali Paşa, Karnıyarık Kalesi'ne sığınan Gazi Bey'i ele geçirmek için elindeki kuvvetlerle kentten ayrılmıştı. Şah Abbas, Tebriz'e çekilmesinden önce Zincirkıran Ali Paşa'yı esir almıştır. Savunma kuvvetinden yoksun olan kent 29 Ekim 1603 günü Safevi kontrolüne geçmiştir.[82]

Daha sonra Azerbaycan içlerinde Erivan ve Nahçivan üzerine ilerlemiştir. Nahçivan ve Erivan beylerbeyi Seyyid Muhammed Paşa (ya da Şerif Mehmed Paşa[83] emrindeki 12 bin askerle iki kenti de savunmanın mümkün olmadığını düşünmüş, tahkimatını daha güvenli bulduğu Erivan'ın savunmaya karar vermiştir. Nahçivan'da bırakılan yetersiz sayıdaki Osmanlı askeri kısa sürede savunma olanakları olmadığını yargısıyla teslim olmuşlardır.[84] Safevi kuvvetleri altı ay süren bir kuşatmadan sonra Erivan'ı da ele geçirmiştir. Ayrıca sözü geçen kürt beylerine Van ve Erciş bölgelerini yağmalatmıştır. 1604 yılı haziran ayı sonlarında ise Kars'ı ele geçirmiştir. Tüm bu faaliyetler sonunda Osmanlı'nın doğu topraklarında tarımsal üretim ve ticaret büyük ölçüde düşmüş, genel bir terör ortamı doğmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun geç tepki göstermesinde muhtemelen Sultan III. Mehmed'in genç yaşta, 1603 yılında ölmesi ve tahta henüz 14 yaşındaki I. Ahmet'in geçmesi başat rol oynamıştır.[85]

Doğudaki bu gelişmeler karşısında yeni Osmanlı sultanı, Yusuf Sinan Paşa'yı 16 Mayıs 1604 tarihinde doğuya göndermiştir. Erzurum üzerinden Kars'a 8 Kasım 1604 tarihinde ulaşan Paşa daha sonra Nahçivan'a ulaşmıştır. Buraya geldiğinde Şah Abbas'ın Tebriz'e çekildiği öğrenildi. İleri harekâta devam edildiyse de bir süre sonra Safevi ardçılarının tacizleri, bölgenin tahrip edilmesi nedeniyle erzak bulunamaması ve askerin durumu nedeniyle Van'a çekilip kışı burada geçirmeye karar verilmiştir. Yeniden ileri harekete geçen Sinan paşa Tebriz'e yakın mesafede 9 Eylül 1605 tarihinde 62 bin kişilik Safevi ordusuyla savaşa girişilir. Bu sırada Osmanlı ordusu 100 bin kişidir. Fakat Safevi ordusunda ilk kez bir topçu birliğiyle karşılaşılmıştır. Şah Abbas'ın komuta ettiği savaşta Safevi ordusu sahte bir geri çekilme taktiği uygulamıştır. Saldırıya devam eden Osmanlı ordusuna Safevi topçusunun ve tüfekli askerlerinin ani bir taarruzu ile Osmanlı ordusu dağılır. Sinan Paşa maiyetindeki 2 bin yeniçeri ve yaklaşık aynı sayıdaki sipahi ile önce Van'a, ardından Diyarbakır'a çekilmiştir. Urmiye Muharebesi olarak bilinen bu savaştan sonra Safevi tarafı fazlasıyla ganimet ve top ele geçirmiştir.[86]

Sinan Paşa'nın Diyarbakır'da ölmesiyle Osmanlı'nın doğu bölgesi üst komutansız kalmış oluyordu. Bundan yararlanan Şah Abbas, 4 Temmuz 1606 günü Gence'yi, ardından Gürcistan ve Şirvan'ı ve 9 Ocak 1607'de Şamahı'yı ele geçirmiştir.[87] Daha sonra Kars'ı alarak seferin tüm amaçlarına ulaşmış, 1590 tarihindeki antlaşma ile Osmanlı'ya bıraktığı toprakları geri almıştır.[88]

Osmanlı'nın Avusturya ile barış yaparak Avrupa'daki savaşa son vermesi ve Anadolu'daki Celali İsyanlarını bastırması üzerine durumunu kritik gören Şah Abbas, Kuyucu Murat Paşa'nın ordusuyla Tebriz yakınlarına kadar ilerlemesi üzerine Osmanlı'ya, ele geçirdiği toprakları geri vermemek ama her yıl 200 yük tutarında (yaklaşık 31 ton) ipek haraç vermeyi önermiştir. Dahası antlaşmayı imzalamak için gönderilen heyetle birlikte bu 200 yük ipek de gönderilmişti. Osmanlı bu koşulları kabul etmiş ve 20 Kasım 1612 tarihinde Nasuh Paşa Antlaşması imzalanmıştır. Böylece Safevi İmparatorluğu, 1590 tarihli Ferhat Paşa Antlaşması'yla Osmanlı topraklarına katılan, ama yeniden işgal ettiği toprakları geri almış oldu.[89]

Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğu, 1578 - 1590 yılları arasında Safevi topraklarında yürüttüğü harekât sonucuna işgal ettiği ve 1590 tarihli antlaşmayla resmîleştirdiği toprakları, bu kez bir bakıma yıllık 200 yük ipek karşılığında satmıştır. Ancak bu yıllık haracın kaç yıl ödeneceği konusunda bir garanti yoktur, Şah Abbas'ın antlaşma koşullarına uyup uymamasına kalmıştır. Nitekim ertesi yılın yani 1612 yılının haracı Şah Abbas tarafından gönderilmedi. Bir bakıma ordusunu güçlendirmesi, ülkesinde düzeni sağlaması için zaman kazanmıştı. Bu arada Avrupa devletleriyle diplomatik yollarla temas kurarak bir ittifak oluşturma politikası izlemektedir. Bu gelişmeler üzerine Osmanlı sultanı I. Ahmet, Safevi İmparatorluğu'na savaş ilan etmiştir.[90] Kapıkulu askerlerinin de katıldığı Osmanlı ordusu vezir Öküz Mehmed Paşa komutasında 1615 yılında doğuya doğru sefere çıkmıştır. Emrinde 100 bin kişilik bir ordu vardır. Bunu haber alan Şah Abbas bir elçi ile antlaşmadaki haracı gönderirse de bu kez Osmanlı yetkilileri tarafından ikna edici bulunmamıştır. Safevi elçisi hapsedilmiş, ordunun hareketine devam etmesi emri verilmiştir.[90] Osmanlı ordusu 1616 yılının haziran ayında Erivan'ı kuşattı. İyi tahkim edilmiş kentin önünce 4 bin asker kaybederek 44 gün süreyle kent kuşatma altında tutulmuştur. Şah Abbas ordusu baştan beri Nahçivan'da bulunmaktaydı ve her ne kadar sık sık taciz saldırıları düzenleyip büyük bir gerginlik yarattıysa da kuşatmaya bu süre içinde müdahale etmedi. Yine de Osmanlı ordusunun barut stoku tükenmişti, komutanlık, kış yaklaştığı için de tedirgindi. Şah Abbas da 200 yük ipeği 100 yük olarak teklif edip antlaşma önermiştir. Bir antlaşmaya varıldı, ordu geri döndürüldü, komutan azledildi. Ama yeni bir komutan olarak Damat Halil Paşa komutasında 60 bin kişilik ordu, kışı geçirip bahar aylarında, Kırım Hanı Canıbek Giray'ın da desteğiyle Tebriz üzerine yürümek üzere Diyarbakır'da kış kampı kurmuştur. Ancak 22 Kasım 1617 tarihinde Osmanlı Sultanı I. Ahmet ölmüş, kısa süreliğine I. Mustafa tahta geçirilmiş, ardından 26 Şubat 1618'de II. Osman Osmanlı Sultanlığına getirilmiştir. Şah Abbas'a gönderilen Osmanlı elçisi karşısında Şah Abbas uzlaşma yolu aramamış, Nasuh Paşa Antlaşması'nın teyidi sağlanmadığı takdirde savaşacağını bildirmiştir. Bu arada Kırım Hanı kuvvetleriyle birleşen Osmanlı ordusu Tebriz'e ulaşmış ve kamp kurmuştur. Bu sırada Şah Abbas'ın ordusu da Erdebil'de bulunmaktadır.[91] Bu arada elçiler aracılığıyla görüşmeler devan etti. Osmanlı tarafı, yıllık haracın 300 yük ipek olması şartını da içeren ağır şartlarla antlaşma sağlamaya kalkmıştır. Şah Abbas, bu öneriye cevabını almak için gelen Osmanlı elçisini 3 Eylül 1618 tarihinde elinde kılıçla karşılamış, "… Gücünüz yetiyorsa…" ifadesini de kullanarak savaşmaya kararlı olduğunu açıklamış, net bir biçimde Osmanlı askerî gücüne meydan okumuştur. Daha sonra kendi tarafındaki devlet ileri gelenlerini kast ederek, barış yanlısı olanları "… katledeceğini…" belirtmiştir.[92]

Görüşmelerin sonuçsuz kalması Osmanlı komutanlığının bu durumu kırmak için bir çare aramayı yöneltmiş. Kırım Hanı kuvvetleriyle bazı Osmanlı süvari kuvvetlerinin Safevi ordusunun bir bölümü gece baskınıyla imha etmesi üzerinde karar verilmiştir. Ancak Safevi istihbaratı durumdan haberdar olarak bir tuzak kurmuştur. Hiçbir güvenlik önlemi almayarak tüm gece yol alan, sonunda yorgun düşen düzensiz Osmanlı kuvvetleri Pül-i Şikeste Muharebesi'nde, 10 Eylül 1618'de[93] ya da 24 - 25 Ağustos'ta[94] ağır bir yenilgiye uğramış, Erzurum, Rumeli ve Diyarbakır Osmanlı beylerbeyleri çatışmada ölmüş, Van Beylerbeyi esir alınmıştır. Bunun üzerine Osmanlı esas kuvvetleri Erdebil yakınlarındaki bir ovada intikal etmiş ve Erdebil üzerine yürümek üzere kamp kurmuştur. Çok iyi düşünüldüğü anlaşılan bu manevra, kuvvet kaybederek zor duruma düşmüş olan Osmanlı ordusunu, bir anda duruma hakim hale getirmiştir. Safevi tarikatının (Erdebil Tarikatı) kuruluş yeri olan Erdebil'in istila edilmesi olasılığı Şah Abbas'ı çok tedirgin etmiş, bu kez o barış önermiştir.[93] Serav Antlaşması'nın en önemli maddesi, İran'ın her yıl İstanbul'a 100 yük ipek ve 100 yük kumaş ve diğer türden değerli eşyalar gönderecek olmasıdır. Antlaşma 29 Eylül 1619 tarihinde İstanbul'da kabul edilmiştir.[95]

Serav Barışı beş yıl sürmüş, 1623 yılında Osmanlı'nın Bağdat Subaşısı Bekir'in, Diyarbakır Beylerbeyi ile güç mücadelesine girmesi ve bir çatışmada Beylerbeyi'nin kaza kurşunuyla ölmesi üzerine Safevi - Osmanlı çatışması yeniden başlamıştır. Osmanlı Sarayı Diyarbekir Beylerbeyi Hafız Ahmet Paşa'yı, 30 bin kişilik bir orduyla Bağdat üzerine harekete geçirmiştir. Bağdat'ın kuşatılması üzerine Subaşı Bekir, Şah Abbas'tan yardım istemiş, Bağdat'ı kendisine teslim edeceğini bildirmiştir. Şah Abbas bu fırsattan yararlanmak için 30 bin kişilik bir orduyla hareket etmiştir. Ancak Hafız Ahmet Paşa durumu kurtarmak için Bekir'in beylerbeyliğini onaylar. İstediğini elde eden Bekir de Bağdat'ı Şah Abbas'a teslim etmek gibi bir niyetinin artık kalmadığını bildirmiştir. Fakat Bekir'in oğlu ile anlaşan Şah, kentin kapılarını 28 Kasım 1623 tarihinde böylece açtırdı. Kent Safeviler'in eline geçince yaygın bir şekilde yıkıma ve kıyıma uğramıştır.[96]

Safevi ordusu Bağdat üzerine yürürken Osmanlı tahtına IV. Murat geçmiştir. IV. Murat, yine Diyarbakır Beylerbeyi Hafız Ahmet Paşa'yı Bağdat'ı geri almakla görevlendirdi. Bağdat'ı 21 Kasım 1625 tarihinde kuşatan Osmanlı kuvvetleri, sayıca kalabalık ve Safevi ordusunun en seçkin birliklerinden oluşan kent savunmasını defalarca saldırsa da düşürememiştir. Şah Abbas'ın emrindeki ana kuvvetler ise Osmanlı ordusuna Basra Körfezi üzerinden sağlanan erzak yardımını kesmiştir. Yine de kuşatma dokuz ay sürmüştür. Ancak bu sürenin sonlarında kapıkulu askerinin isyanı nedeniyle kuşatma kaldırıldı ve Osmanlı ordusu 1626 yılının temmuz ayında Bağdat önlerinden çekilmiştir.[97]

Özbeklerle ilişkiler

değiştir

Özbekler fırsat buldukça Horasan'a saldırmış, yağma ve katliamlarda bulunmuşlardır. Bu durum Şah Abbas döneminde de devam etmiştir.[98] Özbekler, esas olarak Şii Safeviler'e karşı Sünni Osmanlılar'la tam bir ittifak içindeydiler.[99] Şah Abbas'ın tahta geçmesinden kısa bir süre önce Özbekler, Abdullah Han komutasında kuşatmış oldukları Herat'ı işgal etmiş, Horasan'ın en büyük kenti olan Meşhed'e doğru harekete geçmişlerdi.[100] Özbekler Herat'ta kadın ve çocukları esir alırken erkekleri öldürmüşlerdir. Bu katliam ve yağmalar dört gün sürdü, Özbek Hanı dört günün sonunda kente girerek katliam ve yağmaların durdurulması emrini verdi.[101] Şah Abbas, 12 bin kişilik bir orduyla Meşhed dolaylarına ulaştığında Özbekler bu bölgeden çekilmişti. Şah Abbas askerlerin toplanması için ekim ve kasım aylarını burada geçirdikten sonra Herat üzerine yürüdü. Ancak batı sınırlarında Osmanlı saldırısının başladığını öğrenince mart 1589'da başkente dönerek Osmanlı ile barış yapmaya çalıştı.[102]

Kısa süre sonra Özbekler yeniden Horasan'a saldırdılar. Bu kez Meşhed'i 18 Nisan 1589'da kuşattılar. Durum başkentte öğrenilince Şah Abbas ordusuyla 2 Eylül 1589 tarihinde Meşhed üzerine hareket etti. Fakat Tahran dolaylarında hastalandığı için bir süre Rey'de kalmıştır. Meşhed beş ay Özbek kuşatması altında dayandı, ancak yiyecek sıkıntısı sonucu 30 Eylül 1589 tarihinde teslim oldu. Özbekler burada da katliam yaptı. Bir kaynağa göre içlerinde çocukların da olduğu 2 - 3 bin kişi öldürüldü, kent üç gün süreyle yağmalandı. Özbek ordusun büyük kısmı Horasan'da daha fazla kalmayarak çekilmiştir. Şah Abbas da aynı yılın kasım ayında başkente dönmüştür. Ancak Herat ve Meşhed halen Özbeklerin elindedir.[103]

Kısa süre sonra Şah Abbas, Harezm Özbekleriyle bir ittifak kurma fırsatı bulmuştur. Harezm hanedanıyla Buhara hanedanı uzun süredir rekabet içindeydiler. Şah Abbas bu iki Özbek hanlarının çekişmesinden yararlanmayı sağlamıştır.[104] Daha sonra 1592'de Merv Özbek hanedanı da Özbek Abdullah Han'dan kaçarak Şah Abbas'a sığındı.[105] İki yıl sonra diğer bir Özbek hanı da aynı nedenle Şah Abbas'a sığındı. Ne var ki Safevi ordusunun Horasan'a yürüdüğü her seferde Özbek hanı Abdullah ve oğlu Abdülmümin Han geri çekilmektedir.[106] Abdullah Han'ın 8 Şubat 1598 tarihinde ölmesi Özbekler'in durumunu da etkilemişti, aralarında bir takım anlaşmazlıklar çıkmıştır. Durumdan yararlanmak isteyen Şah Abbas, 9 Nisan 1598 tarihinde yeni başkent İsfahan'dan ordusuyla Horasan'a doğru hareket etmiştir.[107] Nişabur'un Özbek valisi ve Özbek halkı kenti savunamayacaklarını anlayınca çekilmişler, Şah Abbas kenti savaşmadan almıştır.[108] Şah Abbas Nişabur'a girdiğinde ordunun bir kısım birliklerini Meşhed'e gönderdi, kısa bir süre sonra Meşhed'in de savaşmadan alındığı haberi gelmiştir. Kendisi 29 Temmuz 1598 tarihinde Meşhed'e geldiğinde ordunun bir kısmını bu kez Herat'a gönderdi. Karşısına çıkacak bir Özbek gücü de yoktur zaten, Abdülmümin Han bazı Özbek komutanlar tarafından 30 Haziranda öldürülmüştü.[109] Tahta Din Muhammed getirildi. Yeni han, Horasan için savaşmaya kararlıydı. Şah Abbas ise sayıca daha az olan ordusuna güvenemedi ve Herat kuşatmasındaki birliklerini geri çekti. Din Muhammed Han kuvvetleriyle Safevi ordusu 10 Ağustos 1598 günü savaşa tutuşmuşlardır. Safevi ordusu 10 - 15 bin kişi kadarken Özbek ordusu 20 bin kişiliktir. Şah Abbas Türkmen savaşçıları ileri yerleştirip merkezi orduyu oluşturan kul askerleriyle geride düzen almıştır. Türkmen askerler düzensiz bir saldırının ardından dağılmaya başlayınca Şah Abbas ordusunun başında bizzat savaşarak ordusunu zafere götürmüştür. Din Muhammed Han, bin kadar Özbek savaşçıyla doğrudan Şah Abbas üzerine saldırmayı denemiş fakat aldığı ok yarasından ölmüştür.[110] Şah Abbas ise bu seferin sonunda Horasan kentlerini geri almış, topraklarını Ceyhun Nehri'ne kadar genişletmiştir.[111]

Özbek - Safevi sorunları daha çok Horasan bölgesinde yaşanmıştır. Özbek akınları esas olarak yağma akınları olmakla birlikte hemen her seferinde geniş çaplı katliamlara yol açmıştır. Özellikle Herat ve Meşhed kentlerinde yıkım çok büyük boyutlarda olmuştur. Ahali katledilmiş, kadın ve çocuklar esir olarak götürülmüştür. Genel olarak Horasan'da Türk ve Tacik halkın katledilmesi nedeni şii olmaları olarak gösterilmektedir.[112]

Babür İmparatorluğu'yla olan ilişkiler

değiştir

Timur soyundan Babür Şah tarafından günümüz Hindistan'ında kurulan Babür İmparatorluğu'yla Şah İsmail zamanından beri diplomatik ilişkiler sürmekteydi. Bu diplomatik ilişkiler iki imparatorluk arasındaki dostane ilişkilerin yerleşmesinde ve sürdürülmesinde çok etkili olmuştur. Hatta Safeviler Babürlüler'in Afganistan ve Maveraünnehir üzerine yayılmasına destek de oldular. Ne var ki Şah Tahmasp'ın Kandahar'ı 1558 yılında istila edince 1595 yılına kadar iki imparatorluk arasındaki dostça ilişkilerde boş bir dönem yaşanmıştır.[113]

Şah Abbas'ın Babürlüler'le bir dostluk kurma girişimleri, daha çok doğuda büyük sorunlar yaşamasına ve hükümdarlığının ilk yıllarında üzerlerine yürüse de geri çekilmeleri nedeniyle çözüm bulamadığı sıkıntılar karşısında Babür İmparatorluğu ile Özbekler'e karşı bir ittifak kurma arayışı olarak görülmelidir. Bu yönde zamanın Babür Hükümdarı Ekber Şah'a yazdığı mektuplarda yardım talebini ortaya koyması, kendisi için Babürlüler'in desteğinin önemini anlatması ve bir dostluk antlaşması önermesi dikkat çekici olmalıdır. Ancak Ekber Şah, bir yandan kendi ülkesindeki sorunlar, diğer yandan Şah Abbas'ın Özbek hanından daha genç ve zayıf olması, zayıftan yana olmak istememesi nedeniyle destekte bulunmamış, yine de mektubunda barış sağlanması yönünde tavsiyelerde bulunmuştur.[114] Diğer tarafta Özbek hanı da Babür'le diplomatik temas kurarak "Horasan bölgesinin şii kızılbaş elinden kurtarılması" için yardım istemiştir. Ekber Han, aynı Safevilere davrandığı gibi fiili bir destek sağlamamış, barış yolunun bulunmasına çalışılması yönünde tavsiyede bulunmuştur.[115]

Şah Abbas, Ekber Şah'ın ölümünden sonra tahta geçen oğlu Cihangir Şah ile aynı çizgide yazışmayı sürdürmüştür. Ne var ki Kandahar'a göz diktiğinde, Hindistan'daki bölgesel güç sahiplerinden, Babür askerî gücünü Hindistan'da tutmak, Kandahar'a müdahalesini engellemek için yararlanmaya da çalışmıştır.[116] Cihangir Şah'a onun şehzadeliği sırasında yazdığı bir mektupta, "Biz sizinle dostluğa hazırız. Sizden bir işaret bekliyoruz" cümlelerinin ardından, Osmanlı ile yapılan ticaret antlaşmalarından söz etmiş, Babür İmparatorluğu ile de benzer antlaşmalar yapmanın iki ülke yararına olacağını, bu tür antlaşmalar yapmak istediğini belirtmiştir. Daha da ileri giderek, uzun zamandır Horasan üzerinde hakimiyet kurmak peşinde Osmanlı ile ittifak halinde olan Özbekler'e, Safeviler'e Osmanlı'ya karşı yardımcı olmaları gerektiğini ifade etmiştir.[117] Tüm bu olaylar Ekber Şah'ın, Özbekler ile Osmanlılar arasında Safeviler'in ezilmesinden ve ortana kalkmasından bir yarar görmediğini, o takdirde daha da güçlenen Özbekler'in kuzey sınırlarına yaşam tarzlarına uygun olarak yağma seferleri düzenleyeceklerini hesaplamasından çekindiğini göstermektedir.[99]

Karşılıklı olarak sık sık elçiler, değerli hediyeler ve dostluk ifadeleriyle dolu uzun mektuplar gönderilmesine karşın Şah Abbas güçlü bir Babür İmparatorluğu'nu kendi çıkarlarına uygun bulmamaktaydı, siyasal erkin bölünmüş olmasını tercih etmekteydi. Bu yönde bazı girişimlerde de bulunmuştur. Bir bakıma Babürlüler'in iç işlerine karışmış, bazı yerel siyasi güçler lehine Babür hükümdarı nezdinde girişimlerde bulunmuş, zaman zaman başarılı da olmuştur.[118] Yine de Cihangir Şah ile oğlu Cihan Şah arasındaki taht çekişmesinde Cihan Şah bir mektupla kendisinden destek istediğinde babasına itaat etmesini önermiştir.[119]

Safevi ülkesi ile Babür ülkesi arasında kervanlarla kayda değer bir ticaret olagelmiştir. İran'ın en önemli ithal kalemi, askeri amaçlarla kullanılan attır. Bunun yanında Hindistan'a güherçile ipek, lüks eşya, değerli maden, kavun, kurutulmuş kayısı ve badem gönderilmektedir. İran, Hindistan'dan dokuma, şeker ve çivit almaktadır. Ancak at ve güherçile, ilişkilerin gergin olduğu dönemlerde yasaklanmıştır. Bu kervan ticaretinin merkezi noktası Kandahar'dır. Hindistan'dan İran'a her yıl dokuma yüklü 25 bin deve Kandahar'da konaklamıştır. Hindistan'ın deniz yoluyla İran'la ticareti Bender Abbas ile Surat limanları arasında olmaktadır. Hindistan'ın bu limanlardan ithalatında en önemli kalem gümüştür. Ancak ülke savaş durumunda olduğunda Şah Abbas değerli maden ihracını yasaklamaktadır.[57]

Avrupa devletleriyle ilişkiler

değiştir

Şah Abbas döneminde güçlü, merkezi bir otoritenin oluşturmasıyla İran, özellikle Venedik ve İspanya'nın ilgisini çekmiştir. Osmanlı ve Özbek saldırılarını durdurduktan sonra siyasi erki tümüyle kendi eline alan Şah, yollar, köprüler ve hanlarla yaygın bir ticaret ağı kurmuş, ham ipek ticaretini tekeline alarak alıcıların karşısında tek satıcı olmuştur.[120] Diğer yandan Osmanlı İmparatorluğu'nun yayılması, Avrupa'nın doğuyla ticari ilişkileri için giderek yoğunlaşan bir tehdit olmasıyla Avrupa'nın Safevi ülkesine ilgisi doğal olarak artmıştır. Alışılmışın dışında seyyah, tüccar ve diplomat / elçi Safevi İmparatorluğu'nu ziyaret etmeye başlamıştır.[121] Basra Körfezi'de yerleşik Portekiz varlığını atmak için İngiltere ve Hollanda Portekizliler'le kıyasıya bir mücadeleye giriştiğinde savaşın üç tarafı Şah Abbas'la bir ittifak oluşturmayı amaçlamıştı. Bu doğal olarak bir yakınlaşma başlattı. Ama sonuçta bölgede duruma hakim olan İngiltere olunca Şah Abbas'ın karşısında tek bir muhatap kalacaktır.[122]

Hint Okyanusu'nda Portekiz askerî gücünün tasfiyesinden sonra ise sömürge politikalarının devamı ve uzantısı olarak İngiltere, Fransa ve Hollanda İran'la ilgilenir oldular. En parlak etkiyi yaratan diplomatik unsur ise İngiliz Sherley kardeşler olarak bilinen Venedik'ten 1598 yılı mayıs ayında yola çıkan heyettir.[123] Şah Abbas ise Avrupalı devletlerin bu girişimlerinden yararlanmak peşindedir. Onun istediği, ülkesinde üretilen ipeğin esas pazar olan Avrupa'ya yüzyıllardır sürdüğü gibi Osmanlı ülkesinden akmasını ve böylece transit ipek ticaretinden Osmanlı'nın sağladığı o yüksek gelirin kesilmesiydi. Şah Abbas'ın en baştan beri ipeğin Avrupa'ya ihracı konusunda bağlı kaldığı strateji budur. Osmanlı merkezi hazinesinin önemli bir girdisini oluşturan bu gelirin kesilmesiyle, Osmanlı askerî gücünün zayıflayacağını, batı sınırlarındaki ezeli düşmanının sık sık ortaya çıkan tehdidinden bu şekilde kurtulacağını hesaplamaktaydı.[124] Diğer yandan İngiliz elçileri Sherley kardeşlerin amaçları ise ikilidir, bir yandan Safevi Şahı'ndan özellikle ipek konusunda ticari imtiyazla elde etmek ve Osmanlı'ya karşı askeri bir ittifak kurmak. Böylece Osmanlı'yı hem batıda, hem de doğuda savaşmak zorunda bırakmak. Şah Abbas'ın da zaten buydu, Osmanlı'ya batıda sorunlar yaşatmak.[124] Bu nedenle Sherley kardeşleri çok iyi karşılamış, atından inerek kucaklamıştır. Heyetin getirdiği hediyeler de son derece değerli ve nadide eserlerdir, 6 çift zümrüt küpe, yakut, altın ve billur altı çift kadeh, altın tuzluk, gümüş işlemeli ejderha şeklinde bir ibrik vs.[125] Ayrıca heyetin beraberinde getirdikleri usta bir top dökümcüsü Şah Abbas için çok değerli bir hediyedir. Bu ilk temastan sonra ülkelerine dönen Hristiyan elçi heyetinin yanına Safevi heyeti de katılmış, Avrupa'da ticari ve askeri ittifaklar aramıştır. Esasen onları Avrupa'ya bu görevle gönderen Şah'ın kendisidir.[126][127] Esasen bir asker olan Robert Sherley daha sonra 1604 - 1605 yıllarında Osmanlılar'la yapılan bir savaşta gerçekten büyük bir cesaret ve liderlik göstermiştir.[128] Hristiyan heyetiyle yolculuk eden Safevi elçileri 20 Ekim 1600 tarihinde Prag'a ulaşıp Habsburg Hanedanı'ndan II. Rudolf ile görüşmüştür. Bu görüşmede İmparator, Osmanlı'yla savaşa devam edeceğini, diğer Hristiyan devletleri de seferber etmek için çaba harcayacağını belirtirken Safevi heyeti de ipek ve baharat yollarının Rusya ve Safevi topraklarından geçirilmesini önermiştir.[129] Ortak elçilik heyeti 5 Nisan 1601 tarihinde Roma'ya ulaşmış ve Papa VIII. Clemens ile görüşmüştür. Ancak bu arada bir anlatıma göre A. Sherley ortalıktan kaybolmuş,[130] Roma'da iki ay kalan Safevi heyeti önemli bir keşiş kılavuzla birlikte İspanya'ya gitmiştir.[130] Başka bir tarih kaydına göre ise heyetin Safevi elçisi Hüseyin Ali Bey ile Sherley arasında esas görüşme yetkisi olan elçi konusunda çok ciddi bir anlaşmazlık çıkmıştır. Sonunda Hüseyin Ali Bey, Sherley'i kenara itip Papa'yla görüşmüştür. Ancak Papa, Şah'ın gözünde Sherley'in önemli olduğunu fark edip Şah'a hitaben yazdığın mektubu ona vermiş ve İran'a göndermiştir. Hüseyin Ali Bey ve ekibi ise İspanya'ya gitmek üzere yola çıkmıştır.[131]

III. Felipe tarafından görkemli bir törenle karşılanan Safevi elçileri, sonuçta bir antlaşma konusunda sonuç alamamışlardır. Böylece bu uzun diplomatik yolculuğun amaçlanan sonuçlarına ulaşılamamıştır.[130] Bunun muhtemel bir nedeni, Şah Abbas'ın Avrupa'daki mezhep ayrılıkları konusunda yeterince bilgi sahibi olmaması, bu yüzden Katolik tüccara kendi topraklarında serbestçe ticaret hakkı ve oturma izni veriyor, ülkesinde yaşayan tüm Hristiyanların Papalık yetkisi altına girmesini öngörüyor, Osmanlı'yla tüm ticari ilişkilerin kesilmesini ve savaş ilan edilmesini istemek gibi ölçüsüz önerilerde bulunuyordu.[132] Ölçüsüz sayılabilecek başka istekler de vardı. Hürmüz'deki tüccara yapılan haksızlığın (Safevi görüşüne göre) giderilmesi gibi. Olumlu, daha doğrusu ikna edici bir öneri de vardı, Osmanlı'dan alınan topraklarının bölüşülmesi konusu, Şah Abbas, kendi işgal ettiği toprakları kendi alacak, bunun dışında kalanları İspanya'ya bırakacaktır. Heyet başkanı olan Hüseyin Ali Bey için apayrı sıkıntılı bir durum yaşanmıştır. Hem İtalya'da, hem de İspanya'da kendi heyetinden Hristiyanlığa geçenler olmuştu, bu yoldaşları doğal olarak heyetten ayrılıp bu ülkelerde kaldılar. Hatta İspanya'da Hristiyanlığı seçen iki yoldaşına vaftiz töreninde anne ve baba rolünü İspanya Kralı ve Kraliçesi üstlenmiştir.[131]

Yine de 22 Ağustos 1602 tarihinde bir alman elçilik heyeti hareket etmiş, Rusya üzerinden İran'a gitmek üzere yola çıkmıştır. Heyetin amacı bir ittifak sağlamaktır. Osmanlı gücünü kırmak için de Rus çarının da ittifaka katılmasını sağlamaya çalışmaktı. Çar'dan Şah'a hitaben yazılmış bir mektup almayı başarmışlardır.[133] O sıralarda Şah Abbas Tebriz'de olduğu için bu kente yönelmişlerdir. Tebriz'e varmaları 1603 yılı aralık ayı ortalarıdır. Alman heyeti dönüş sırasında yanlarına yine Safevi elçileri de katılmıştır. Dönüşte bir kez daha Çar'la görüşülmüş, ondan II. Rudolf'a yazılmış bir mektup alınmıştır. Çar, Osmanlılar aleyhine Şah Abbas ile dostane ilişkiler kurduğunu bildirmektedir. Yine de bu üçlü ittifak girişiminden elle tutulur bir sonuç alınamamıştır.[134] Sherley ve Hüseyin Ali Bey'in ana hatlar olarak Rusya, Papalık ve İspanya seyahatlerinden sonraki iki yıl içinde yedi kez Safevi elçi grupları Avrupa'ya gitmiştir.[135] Hepsi aynı amaçlarla. Ne var ki hiçbirinden Şah Abbas'ın istediği sonuç alınamamıştır.[136]

İngiltere ise Pasifik Okyanusu'nda başat güç olmayı başarsa da Osmanlı ile ticari olarak ilgilenmeyi, ticari çıkarlar açısından daha elverişli bulmuştur. İstanbul'da Fransız ticari ayrıcalıkları arasından bir geçit bulan ilk İngiliz büyükelçisi bazı ticari imtiyazlar elde etmiştir. Daha sonra 1579 yılında yapılan bir ticari antlaşmayla İngiltere Fransa'ya tanınan tüm ticari imtiyazların tam benzerlerini elde etmiştir.[137] İngiltere, bu girişimleriyle Osmanlı İmparatorluğu dış politikasında esas yönelim olmayı başarırken ki bunu Osmanlı'nın ordusu için gerek duyduğu silah satışına belirli ölçüde de olsa dayandırmaktaydı, aynı ölçüde Safevi İmparatorluğu'na ilgisini de kaybetmiş olacaktır.[138]

Şah Abbas'ın Avrupalı devletlerle Osmanlı'ya karşı bir ittifak oluşturma çabası ile aşağı yukarı aynı yıllarda bir başka yönde çabası daha olmuştur. İpek ihraç yolunu Anadolu'dan alıp güneye, Basra Körfezi'ne çevirme amacındadır bu. Bu yönde hareketle 1601 yılında Lar Eyaletini ve ardından Bahreyn Adası'nı Portekizlilerden geri aldı. Ham ipek üretimini Basra Körfezi üzerinden Avrupa'ya ihraç etmek istiyordu. Stratejik amaç yine aynıydı, Osmanlı'ya transit ticaretten gelir bırakmamak.[139]

Şah Abbas'ın Osmanlı'ya karşı Avrupa devletlerinden hiç olmazsa biri ve Papalık'la ittifak yapma isteğinin belki en belirgin şekilde ortaya konulduğu örnek, 1602 yılının son aylarında İran'a ulaşan İspanya Kralı III. Felipe'nin elçilik heyeti karşısındaki tutumudur. Üç Hristiyan rahipten oluşan heyetle görüşmesinde kendi topraklarında bir kilise inşa edilmesini istediğini ancak müslüman din adamlarının şiddetli direncinden çekindiğini belirtmiştir. Yine de Avrupa topraklarında Osmanlı sınırlarına karşı bir askerî harekâta girişilecek olursa, Hristiyanların Safevi İmparatorluğu'na askeri olarak yardım ettikleri için kilise isteğine karşı çıkamadığını ileri sürerek bu muhalefete karşı durabileceğini bildirmiştir. Bu isteği yerine getirilmese de İsfahan'da bir kilise ve manastır inşa edildi, üstelik masrafları Şah'ın hazinesinden karşılandı. Muhtemelen bu dini yapılar nedeniyle ilk Avrupalı devlet olarak İspanya, Safevi başkentinde sürekli bir elçilik kurmuştur.[140]

Ne var ki yıllar süren tüm bu çabaların, umutların sonunda Şah Abbas, Osmanlı'ya karşı hiçbir Avrupalı devlete güvenemeyeceğini 1622 yılında anladı, Hürmüz'ü Portekizlilerden alarak ve Bender Abbas'nı (Abbas Limanı) kurarak Avrupalı devletlere karşı tutumunu netleştirdi. Çünkü artık Avrupa'nın hem Osmanlı İmparatorluğu'nun, hem de Safevi İmparatorluğu'nun, Uzakdoğu ticaretleri açısından bir tehdit ve engel olarak gördüklerini, her iki imparatorluğun yıkılmasını tercih ettiklerini görüyordu. Osmanlı ile Habsburg arasında imzalanan Sitva Torok Antlaşması ve Hürmüz Adası'nın alınarak Basra Körfezi'nin en dar yerinde Bender Abbas Limanının kurulmasıyla politikasını değiştirmişti. Artık Avrupa devletleriyle ittifak kurarak Osmanlı'ya karşı bir askerî harekâta onları ikna etmekten umudunu yitirmiştir. Bu yönde karar almasında elçisi Zeynel Bey'in raporlarının da etkili olduğu ileri sürülür.[141] Ancak yine de bu askeri amaçtan tam olarak vazgeçmedi. Avrupa devletleriyle diplomatik ilişkileri 1608 yılında sürdürdü. Bu kez amacı artık Şah'ın tekelinde olan ipek dışsatımını artırmak ve ipek ticaret güzergahının Osmanlı topraklarından değil, başka hatlardan yapılmasını sağlamaktı.[142] Ancak bu girişim de sonuç vermedi. Avrupalı hükümdar ve büyük tacirler, Osmanlı ile savaşı göze alamıyor, Şah'ın vaatlerine sadık kalacağına güvenmiyor ve İran ipeğinin kalitesinin düşük olduğunu ileri sürüyorlardı.[143]

Toplumsal, kültürel ve ekonomik hayat

değiştir

Şah Abbas devrinde gelişkin bir iç ve dış ticaret, tarım, hayvancılık, zanaatçılık, ekonomik yaşamı çevrelemektedir. Gelişkin zanaatler Azerbaycan ve Horasan'da farklı iki demircilik ekolü, çinicilik, kakmacılık, dokumacılık, dericilik, ciltçilik, halıcılık, testi üretimi vardır. Minyatür ve hat sanatı da gelişkin sayılır.[112] Şah Abbas, seramik yapımının gelişmesine özen göstermiştir, 300 çinli çömlekçi getirilerek güçlü bir seramik endüstrisi kurulmuştur. İran seramikleri, Avrupa pazarında çin seramikleriyle rekabet eder hale geçmiştir.[39] Zanaatçiliğin yanı sıra gelişkin bir tarım ve hayvancılık yürütülmektedir. Dış ticarette Erdebil ve Tebriz çok önemli merkezlerdir. Erdebil, Safevi Tarikatı'nın (bazı kaynaklarda Erdebil Tarikatı) kurucusu Safiyüddin İshak'ın türbesini ziyaret etmek için gelen insanların uğrak yeri olduğu kadar Gilan ipek ürünlerinin taşımasını yürüten kervanların merkezidir. Tebriz ise yüzlerce han ve binlerce dükkânın faaliyet gösterdiği bir kenttir. Tebriz ayrıca dokuma, deri ve mermer üretimi yapmaktadır.[112]

Dokumacılığın yoğun olduğu kentler Kaşan, İsfahan ve Yezd'dir. Bu kentlerde atlas, kadife, ipek, sim (altın iplik) işlemeli, her türden değerli, pahalı kumaşlar üretilmektedir. Gilan ve Şirvan üretimi ipeğin antreposu olan Kazvin'de ise ipek halı dokuması gelişmiştir.[112]

Şah Abbas'ın izlediği politikalar, ülkeyi kaos ortamından kurtarmış, tarımsal ve zanaat üretimi artmış, ticaret gelişmişti. Yabancı seyyahların tuttukları notlar, Şah Abbas döneminde ülke genelince bol gıda maddesi üretildiği, bu nedenle fiyatların düşük olduğu belirtilmektedir. Kısacası halkın refah düzeyi büyük ölçüde gelişmiştir.[144]

Şah Abbas dönemine kadar gerek sosyal hayatta, gerekse devlet yönetiminde Türker belirleyici unsur olmuştur. Ancak Şah Abbas, türkmen şeflerinin siyasi ve askerî gücünü kırmak, böylece merkezi yönetimin, yani şahın gücünü artırmak için yukarıda anlatılan politikalar uygulamıştı. Bu politikaların sonucu olarak sosyal hayatta, ticarette ve yönetimde Türk olmayan unsurların etkinliği artmıştır. Yönetimde Tacik ve Kafkas unsurlar, ticarette ermeni tüccar büyük ölçüde hakim duruma geldi. Diğer yandan Türkmen toplulukların aynı amaçla dağıtılmasının sonucunda eskide Türkçenin yaygın olduğu bölgelerde dahi Farsça konuşulur oldu.[145] Yine de Şah Abbas, saray ve Gulamlar Türkçe konuşmaya devam etmişlerdir.[146]

Ölümü

değiştir

Şah Abbas zor kullanarak babasını tahttan indirmiş, babasını ve kardeşlerini başkentten uzaklaştırmıştı. Tüm bunları askeri bir darbeyle, neticede zor kullanarak yapmıştı. Oğulları tarafından benzer bir kadere uğrayacağının endişesini hep taşıdığı anlaşılıyor. Diğer yandan kendi hükümranlığı için bir tehdit olarak gördüğü Türkmen şeflerini öldürtmüştü, onların akrabalarının öç almak isteyebilecekleri endişesi de Şah Abbas'ı çok kez tedirgin etmiş olmalıdır. Böylece saray ve ordu ileri gelenlerinin art niyetli etkilerine duyarlı hale geliyordu. Sonuç olarak oğullarını saray ileri gelenlerinden uzak tutmaya özen göstermiştir. Bu tür yakınlaşmalara karşı hassas olmuş, aykırı davrananları şiddetle cezalandırmış, yakınlarını saray ve sarayın bağlantılı olduğu çevreden dışlamıştır. Şehzadeler çoğunlukla haremde tutuldular, insan ilişkileri harem çevresiyle sınırlandırıldı. Devlet yönetimi ve askeri eğitim almadıkları gibi babalarının seferlerine de alınmadılar.[147] Hatta bir şehzadesini, kendi aleyhine komplo çevirdiği yönünde ikna edildiğinden hançerleterek öldürdü. Ne var ki söz konusu şehzadenin bu tür girişimlerle hiç ilgisi yoktu. Şah Abbas da bir süre sonra bunu anladı ve muhtemelen yaşamının sonuna kadar vicdan azabı çekti. Ne var ki yine de 1629 yılında artık varisi yoktu.[148]

Kaynakça

değiştir
  1. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 64
  2. ^ a b c Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 71
  3. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 67
  4. ^ a b c Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 69
  5. ^ a b c Şah Abbas Devrinde (1587 - 1629) İran'da Ticari Hayat Sh. : 2
  6. ^ a b c Emrah Naki, Sh. : 90
  7. ^ a b Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 62
  8. ^ Emrah Naki, Sh. : 74
  9. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 60
  10. ^ a b Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 63, 64
  11. ^ Emrah Naki, Sh. : 75
  12. ^ a b Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 68
  13. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 70, 71
  14. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 71
  15. ^ a b Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 72
  16. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 73 - 75
  17. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 76
  18. ^ a b Emrah Naki, Sh. : 78
  19. ^ Şah Abbas ve Zamanı Sh. : 71
  20. ^ Şah Abbas ve Zamanı Sh. : 76
  21. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 76 - 77
  22. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 1
  23. ^ Emrah Naki, Sh. : 82
  24. ^ E. Erdoğan, Sh. : 77
  25. ^ D. E. Streusand, Sh. : 174
  26. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 69, 70
  27. ^ a b D. E. Streusand, Sh.: 175
  28. ^ a b c "Şah Abbas Devrinde (1587-1629) İran'da Sosyal ve Kültürel Hayat, Sh. : 262
  29. ^ Cihat Aydoğmuşoğlu, “Şah Abbas (1587-1629) Devrinde (1587-1629) İran’da Sosyal ve Kültürel Hayat Sh. : 262, 263
  30. ^ a b c d Şah Abbas Devrinde (1587-1629) İran'da Sosyal ve Kültürel Hayat, Sh. : 263
  31. ^ a b c Özer Küpeli, ‘’Osmanlı-Safevi Münasebetleri (1612-1639)’’ Sh.: 35
  32. ^ a b Şah Abbas Devrinde (1587-1629) İran'da Sosyal ve Kültürel Hayat, Sh. : 264
  33. ^ Emrah Naki, Sh. : 92
  34. ^ D. E. Streusand, Sh. : 158
  35. ^ a b c Şah Abbas Devrinde (1587 - 1629) İran'da Ticari Hayat, Sh. : 19
  36. ^ Özer Küpeli, ‘’Osmanlı-Safevi Münasebetleri (1612-1639)’’ Sh.: 33
  37. ^ Şah Abbas Devrinde (1587 - 1629) İran'da Ticari Hayat, Sh. : 18
  38. ^ Şah Abbas Devrinde (1587-1629) İran'da Sosyal ve Kültürel Hayat, Sh. : 268, 269
  39. ^ a b Şah Abbas Devrinde (1587-1629) İran'da Sosyal ve Kültürel Hayat, Sh. : 268
  40. ^ a b c Şah Abbas Devrinde (1587-1629) İran'da Sosyal ve Kültürel Hayat, Sh. : 267
  41. ^ Özer Küpeli, ‘’Osmanlı-Safevi Münasebetleri (1612-1639)’’ Sh.: 34, 35
  42. ^ Şah Abbas Devrinde (1587 - 1629) İran'da Ticari Hayat, Sh. : 5
  43. ^ Şah Abbas Devrinde (1587 - 1629) İran'da Ticari Hayat, Sh. : 4
  44. ^ Şah Abbas Devrinde (1587 - 1629) İran'da Ticari Hayat, Sh. : 2
  45. ^ Özer Küpeli, ‘’Osmanlı-Safevi Münasebetleri (1612-1639)’’ Sh.: 36
  46. ^ Şah Abbas Devrinde (1587 - 1629) İran'da Ticari Hayat, Sh. : 5, 6
  47. ^ a b Şah Abbas Devrinde (1587 - 1629) İran'da Ticari Hayat, Sh. : 6
  48. ^ Şah Abbas Devrinde (1587 - 1629) İran'da Ticari Hayat, Sh. : 6, 7
  49. ^ a b Şah Abbas Devrinde (1587 - 1629) İran'da Ticari Hayat, Sh. : 8, 9
  50. ^ Özer Küpeli, ‘’Osmanlı-Safevi Münasebetleri (1612-1639)’’ Sh.: 39 - 41
  51. ^ Özer Küpeli, ‘’Osmanlı-Safevi Münasebetleri (1612-1639)’’ Sh.: 42, 43
  52. ^ Şah Abbas Devrinde (1587 - 1629) İran'da Ticari Hayat, Sh. : 9, 10
  53. ^ Şah Abbas Devrinde (1587 - 1629) İran'da Ticari Hayat Sh. : 10
  54. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 199, 213
  55. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 214, 215
  56. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 203
  57. ^ a b Şah Abbas Devrinde (1587 - 1629) İran'da Ticari Hayat Sh. : 14
  58. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 104
  59. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 105
  60. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 106
  61. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 107, 108
  62. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 108, 109
  63. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh.: 152
  64. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh.: 153. 154
  65. ^ Özer Küpeli, ‘’Osmanlı-Safevi Münasebetleri (1612-1639)’’ Sh.: 2, 3 - 30
  66. ^ Yuval Noah Harari, ‘’Hayvanlardan Tanrılara’’ Sh.: 194
  67. ^ Özer Küpeli, ‘’Osmanlı-Safevi Münasebetleri (1612-1639)’’ Sh.: 37
  68. ^ Özer Küpeli, ‘’Osmanlı-Safevi Münasebetleri (1612-1639)’’ Sh.: 30, 31
  69. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 124
  70. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 125
  71. ^ Cihat Aydoğmuşoğlu, “İskender Bey Münşi’ye Göre Safevi Hükümdarı Şah I. Abbas’ın Revan (Erivan) Seferi (1603-1604)” Sh.: 64
  72. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 125, 126
  73. ^ a b c d e Emrah Naki, Sh. : 77
  74. ^ Osmanlı-Safevi Münasebetleri (1612-1639, Sh.: 9. 10
  75. ^ Şah Abbas Devrinde (1587-1629) İran'da Sosyal ve Kültürel Hayat, Sh. : 265
  76. ^ a b Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 128, 129
  77. ^ a b Şah Abbas ve Zamanı,Sh. : 129 - 131
  78. ^ D. E. Streusand, Sh. : 157
  79. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 134
  80. ^ Mustafa Akdağ, Celali İsyanlarından Büyük Kaçgunluk 2 Haziran 2018 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi., Sh. : 1,2
  81. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 134, 135
  82. ^ Cihat Aydoğmuşoğlu, “İskender Bey Münşi’ye Göre Safevi Hükümdarı Şah I. Abbas’ın Revan (Erivan) Seferi (1603-1604)” Sh.: 64, 65
  83. ^ "Arşivlenmiş kopya". 20 Şubat 2018 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 19 Şubat 2018. 
  84. ^ Cihat Aydoğmuşoğlu, “İskender Bey Münşi’ye Göre Safevi Hükümdarı Şah I. Abbas’ın Revan (Erivan) Seferi (1603-1604)” Sh.: 66, 67
  85. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 136
  86. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 137
  87. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 138
  88. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 140
  89. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 142
  90. ^ a b Şah Abbas ve Zamanı, Sh. : 142, 143
  91. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 143 - 146
  92. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 147
  93. ^ a b Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 148
  94. ^ Özer Küpeli, Osmanlı - Safevi Münasebetleri (1612 - 1639)] Sh. : 64 (dipnot)
  95. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 149, 150
  96. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 152, 154
  97. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 155 - 157
  98. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 162
  99. ^ a b Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 221
  100. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 163
  101. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 164
  102. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 167
  103. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 167 - 169
  104. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 170
  105. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 172
  106. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 174
  107. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 187
  108. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 189, 190
  109. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 190
  110. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 193 - 195
  111. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 197
  112. ^ a b c d Şah Abbas Devrinde (1587-1629) İran'da Sosyal ve Kültürel Hayat, Sh. : 266
  113. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 217
  114. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 217, 218
  115. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 220
  116. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 218
  117. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 219
  118. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 237
  119. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 238
  120. ^ García de Silva Figueroa, Sh. : 1
  121. ^ Emrah Naki, Sh. : 97 dipnot
  122. ^ Emrah Naki, Sh. : 97, 98
  123. ^ Şah Abbas ve Zamanı, Sh.: XVI
  124. ^ a b Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 240
  125. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 243
  126. ^ Emrah Naki, Sh. : 112
  127. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 142, 143
  128. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 142 dipnot
  129. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 246
  130. ^ a b c Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 247 - 249
  131. ^ a b Emrah Naki, Sh. : 114
  132. ^ Emrah Naki, Sh. : 113
  133. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 249
  134. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 250, 251
  135. ^ Emrah Naki, Sh. : 115
  136. ^ Şah Abbas ve Zamanı, sh. : 265
  137. ^ Emrah Naki, Sh. : 101
  138. ^ Emrah Naki, Sh. : 102
  139. ^ Emrah Naki, Sh. : 116
  140. ^ Emrah Naki, Sh. : 118, 119
  141. ^ Emrah Naki, Sh. : 119, 120
  142. ^ Emrah Naki, Sh. : 120
  143. ^ Emrah Naki, Sh. : 122
  144. ^ Şah Abbas Devrinde(1587-1629) İran'da Sosyal ve Kültürel Hayat, Sh. : 273
  145. ^ Şah Abbas Devrinde (1587-1629) İran'da Sosyal ve Kültürel Hayat, Sh. : 273
  146. ^ Şah Abbas Devrinde (1587-1629) İran'da Sosyal ve Kültürel Hayat, Sh. : 271
  147. ^ Emrah Naki, Sh. : 94
  148. ^ Emrah Naki, Sh. : 95

Kaynakça

değiştir

|}

I. Abbas
Doğumu: 27 Ocak 1571 Ölümü: 19 Ocak 1629
Resmî unvanlar
Önce gelen
Muhammed Hüdabende
 
İran şahı

1587-1629
Sonra gelen
I. Safi