Tartışma:Lâle
- Bildiğim kadarıyla lalenin belli türleri örneğin Türkiye'ye özgü, buranın yerlisi. Bu durumda anavatanı Kazakistan demek biraz garip değil mi? Farklı türlerin farklı anavatanı da olabilir ayrıca. Fikirler ve kaynaklar? - Noumenon 07:16, 28 Mayıs 2006 (UTC)
Discovery Channel'da izlediğim laleler hakkında bir belgeselde lalenin anavatanı Kazakistan diyordu. NTV'de de buna benzer bir belgesel olmuştu ordada Kazakistan olarak geçiyordu. Anlatılana göre göçebe Türkler yüksek dağlardan topladıkları lale soğanlarını kendilerinin göçtükleri yere götürmüşler. Lale'nin bir çok anavatanı olduğunu ise ilk defa İnglizce Vikipedi'de gördüm. Bildiğiniz üzere İngilizce Vikipedi'de Türkler ile alakalı maddelerin hepsi yabancıların saldırıları altında onun için bu maddelerin pek tarafsız oluğu söylenemez. Bende bu yüzden bu bilginin büyük ihtimal propaganda amacıyla yazıldığını düşündü. Ancak eğer başka kaynaklar başka bilgiler veriyorsa tabii ki onlar yazılabilir.Ruzgarmesaj 13:32, 28 Mayıs 2006 (UTC)
İngilizce Vikipedi'ye de şöyle bir cümle eklenmiş. "The centre of diversity of the genus is in the Pamir and Hindu Kush mountains and the steppes of Kazakhstan." Ruzgarmesaj 19:27, 30 Mayıs 2006 (UTC)
LALE İLE İLGİLİ OKUDUĞUM ÇOK İLGİNÇ BİR MAKALE
KAYNAK: http://www.iskilipinsesi.com/hkytek.php?kyid=125
YAZAN: SALİH BARDAKÇI
Lale, Ebu Suud ve Osmanlı Güneşli bir mayıs sabahı. Yağmur yeni çiselemiş. Etraf mis gibi toprak kokuyor. Ahşap konağın geniş bahçesinde bahçıvanlar bir araya toplanmış meraklı gözlerle küçük bir yeşilliğin ortasındaki kırmızı-beyaz bir çiçeğe bakıyor. Az ötede bahçe kapısının önünde konağın kara kalfası heyecanla koşturuyor.
“Efendimin çiçeği açmış. Haber salın! Çağırın!”.
Bir süre sonra konağın kapısında bembeyaz sarıklı, bembeyaz sakallı nur yüzlü bir ihtiyar görünüyor. Güler yüzüyle selamlıyor etraftakileri,mutluluktan gözlerinin içi gülüyor. Bahçıvanların yanına gelip aralarından geçiyor ve o anda açılmasını günlerdir merakla beklediği biricik çiçeğini görüveriyor
“İlahi çiçek.” Diyor.
“Ne güzelde açılmışsın. Göğe doğru kıvrılan ince belinin üzerinde yapraklarını ne ince bir zarafetle havaya kaldırmışsın. Allanın varlığının ne güzel bir delilisin. Sanki göğe kaldırdığın kollarınla Allah bir (La İlahe İllallah) diyorsun. Öyleyse ilahi çiçek olsun senin adın, Lale olsun. Ve dünya durdukça İnsanlığa İslam’ı ve onun bayraktarı olan Osmanlıları hatırlat.”
Merhabalar efendim. Dizi yazımızın bu bölümünde penceremizi yine Osmanlı Tarihi’ne açıyor ve 17. yüzyıl İstanbul’una uzanıyoruz. Burada buluyoruz hemşerimiz Ebu Suud Efendi’yi. Ebu Suud Efendi ki Sahn ve Süleymaniye medreselerinin en kıymetli müderrisi, Ebu Suud Efendi ki Osmanlı’nın en şaşalı devri olan Kanuni Sultan Süleyman devrinin Şeyh-ül İslam’ı. Sadece din konusunda değil dış politika dâhil birçok alanda padişahın en önemli danışmanlarından birisi. Ebu Suud Efendi ki sadece kendi değil çocukları, torunları da Osmanlı’ya ve ilme hizmet etmiş çok önemli bir bilim adamı. Diyeceksiniz ki “bunları zaten hepimiz çok iyi biliyoruz. Be adam sen Ebu Suud’ u kime anlatıyorsun?”. Haklısınız, hepiniz Şeyh-ül İslam Ebu-Suud efendiyi çok iyi tanıyorsunuz. Ancak acaba onun için söyleneceklerin hepsi bu kadar mıdır? Ebu Suud hakkında her şey bu güne değin söylenmiş ve yazılmış mıdır? Yoksa, yaşamış en meşhur İskilipli olan bu büyük insan hakkında unutulmuş bir şeyler kalmış mıdır?
Kalmıştır sevgili dostlar hem de bu unutulmuş öykü sadece bizim değil tüm insanlığın Ebu Suud’a hürmet duymasını sağlayacak önemli bir öyküdür.
Hepimizin bildiği tüm bilimsel meziyetleri ve önemli vazifelerinin yanı sıra Ebu Suud Efendi tüm İskilipliler gibi toprağa ve bitkilere çok meraklıdır. Osmanlı ordularının gittiği her yerden kendisine yeni bitkiler gelmekte, oda bu bitkileri İstanbul’daki evinin (konağının) bahçesinde yetiştirmeye çalışmaktadır. Kendisi de sık gezmekte ve gittiği yerlerde gördüğü nadide çiçekleri, bitkileri toplamaktadır. İşte böyle bir gezide kökündeki bir soğanla çoğalan, ince yeşil gövdesi üzerinde kan rengi çiçek açan bir çiçeğe rastlar. Hemen soğanlarından tedarik eder ve İstanbul’a getirir. Hazret bu çiçeği o kadar çok sever ki çevresindeki eş dost’a paşalara, yüksek memurlara Osmanlı’nın engin ülkesinde yaptıkları gezilerde bu çiçeğe benzer çiçeklere rastlarlarsa kendisine ulaştırmalarını ister. Bir zaman sonra eline Karadeniz bölgesinden, Kafkaslardan, Girit’ten ve Yemen’den soğanlar ulaşır. Bu soğanları bahçesinde ayırttığı özel bir alan diktirir ve çiçeklerini takip eder. İlk yıl ayrı renklerde ve boylarda açar çiçekler. İkinci yıla gelindiğinde ise çok şaşırtıcı bir şey olur. Farklı renklerdeki ve boylardaki çiçekler birbirlerini döllemiş ve öncekilerden çok farklı renklerde daha uzun boylu ve sivri yapraklı yeni çiçekler meydana gelmiştir. Yani laleler çaprazlanmıştır.
Ebu Suud Efendi ince boyunları üzerinde Allah’a niyaz eder gibi yapraklarını göğe açan bu çiçekleri çok beğenir ve onlara Lale adını verir. Sonraki yıllarda bahçesindeki laleler yine birbirlerini dölleyerek değişir ve çeşitlenir, daha uzun boylu ve sivri yapraklı ve iki, üç renkli çiçekler oluşur. Lale çiçeği o kadar asil hale gelir ki hazret bu çiçeği izlemekten kendini alamaz ve sonunda lalenin gelişimini ve çeşitlenmesini kayıt altına alır. Yani dünyada ilk kez lalenin taksonomisini (sınıflandırma) yapar. Kendi yetiştirdiği lalelere İstanbul laleleri adını verir. Bu asil çiçekten Osmanlı saraylarına ve konaklarına diktirir.
Kısa zaman sonra İstanbul muhteşem çiçekleriyle anılmaya başlar. Şehre gelen yabancı konuklar, bu çiçeklere hayran kalır. Lale gerçektende Ebu Suud’un istediği gibi Osmanlı’nın simgesi olmuştur. Yine bu dönemde camilerin, sarayların, medreselerin vazgeçilmez motifi olarak gelişir ve geleneksel mimarimize yerleşir.
İşte böyle bir zamanda Hollanda’nın İstanbul büyükelçisi De Busbecq, ki kendisi de bir lale hayranıdır, bu asil çiçeğin peşine düşer. Kış aylarında konaklardan birinin bahçesinde çalışmakta olan bir işçi kadının yanına tercümanını göndererek çiçeğin tohumundan istetir. Bir süre sonra kalfa kadın elinde çamurlar içerisinde bir sürü soğanla çıkagelir. Büyükelçi soğanların nasıl dikileceğini tarif ettirdikten sonra kadına elinde tuttuğu soğanların ismini sormak ister. Ancak tercüman “Elinizdekinin adı nedir?” sorusunu yanlış anlayıp kadına “Başınızdakinin adı nedir?” diye sorar. Kadıncağız “Tülbent” diye cevap verir. De Busbecq çiçeğin ismini tülbent sanır. İşte böyle bir yanlış anlama sonucu lale çiçeği Avrupa’ya tulipe adıyla yollanır ve o günden bu güne tulip olarak anılır.
Hollanda elçisi soğanları Avrupa’ya ipekli kumaş götüren bir gemiye yükler ve kardeşine gönderir. Çiftçi olan kardeşi bu ilginç hediyeyi alınca çok şaşırır. Ne olduğunu anlayamaz. “galiba kardeşim bana sadece doğu ülkelerinde yetişen gizemli ve şifalı bir yiyecek göndermiş” diye düşünür. Soğanların bir kısmını o akşam ailecek afiyetle yerler. Ancak tadını pek beğenmezler. Bunun üzerine evin hanımı ertesi gün artan soğanları eşine göstermeden bahçeye gübrelerin üzerine atıverir. Tahmin edebileceğiniz gibi sonuç hayli ilginç olur. İlkbahar geldiğinde gübrelikte açan muhteşem çiçekler bizim çiftçiyi şaşırtmakla kalmaz aynı zamanda Hollanda’nın da kaderini değiştirir. Çiftçi bu ilginç çiçeği gözü gibi korur ve kış geldiğinde soğanlardan bir kaçını sökerek Avusturya sarayında bahçıvanlık yapan kuzeni Carolus Clusius‘a gönderir. Clusius çiçeği yetiştirdiğinde adeta büyülenir. Sadece o değil Avusturya Kralı da büyülenir ve onu sarayın baş bahçıvanı yapar. Clusius kuzenlerine mektuplar yazarak çiçeği nereden bulduklarını öğrenir ve sonuçta lale üzerine Avrupa’da ilk kitabı yazar kitabında Ebu Suud’dan laleyi ehlileştiren adam olarak söz eder.
Sonraki 200 yıl boyunca lale altın çağını yaşar. Tüm Avrupa’da sarayların bahçelerinde kent meydanlarında asaleti, uygarlığı ve zarafeti temsil eder. Bu dönemde Avrupa’nın en muhteşem kenti İstanbul’da Mahbup adı verilen bir soğanı 500 altın eder, Amsterdam da ise evini barkını satıp on binlerce florine lale soğanı alan bu yüzden servetler batıran asiller olur. Ancak 18. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Osmanlı toplumundaki artan yoksulluk İstanbul’da toplumsal bir zelzeleye neden olur ve patrona Halil isyanı bu devrin muhteşem saraylarını, yalılarını ve yazık ki lale bahçelerini (lalezar) yok eder. 18. yüzyıl Osmanlısında yaşanan sosyal çöküntü maalesef iki asırlık emeğin birikimi olan nadide lalelerin başına patlar. Kıymetli soğanlar talan edilir. Bundan sonra İstanbul’da laleler hiçbir zaman eski ihtişamına kavuşamaz.
İşte bu nedenle bu günün Avrupa’sı laleyi Osmanlı’dan aldığını kabul etmez.
Avrupa’nın bu çiçeği Osmanlı’dan önce bulup ehlileştirdiğini savunur. Buna delil olarak da Avrupa’daki lalelerin bu gün ülkemizde bulunanlardan daha asil ve kaliteli olduğunu, dolayısıyla lalenin bizden önce Avrupa’da yetiştirildiğini iddia eder. Ancak tarih gizlenemez. Carolus Clusius kitabı ve anlattıkları gizlenemez. İstanbul’un Lale bahçeleriyle ünlü Laleli semti, sarayları, camileri süsleyen lale motifleri bizden alınıp başka yerlere götürülemez. 17. ve 18. yüzyıl Osmanlı şairlerinin lale bahçelerine methiyelerle dolu gazelleri, o dönem gezginlerinin İstanbul’a ilişkin notları inkâr edilemez. Halen sadece İstanbul ikliminde yetişen ve Ebu Suud döneminden beri adlarını koruyan İstanbul laleleri başka memleketlerde İstanbul’daki kadar güzel yetiştirilemez.
Velhasıl lale özde bir Türk Çiçeği’dir ve hemşerimiz, atamız Ebu Suud Efendi’nin tüm insanlığa armağanıdır.
Sanırım artık bu gerçeği bilmenin ve haykırarak tüm dünyaya anlatmanın zamanı geldi.
Ne dersiniz? İşe, İskilip’e Ebu Suud adına bir lale bahçesi yaparak başlayalım mı?
TEŞEKKÜR
"Doğunun Işığı Lale" belgeselini hazırlayarak lalemizi ve Ebu Suud Efendi’yi bir kez daha anlatan Hikmet Yaşar YENİGÜN ve yapımcı Cengiz ÖZDEMİR’e bu değerli kültür hizmetlerinden ötürü sonsuz teşekkürler.
Kaynakça:
DURMUŞKAHYA, C. (2005). Ölümsüz Aşkın Simgesi, Lale. Bilim ve Teknik Dergisi, s 448.
Web erişim: http://www.denizce.com/lale.asp
CNN TURK. (2003). Doğunun Işığı Lale Belgeseli (18 Mayıs 2003 tarihli yayını)
KÜLTÜR A.Ş. (2004). Doğunun Işığı Lale Belgeseli Tanıtımı
Web erişim: http://www.kultursanat2.org/faaliyet5.html
İstanbul Büyükşehir Belediyesi.
OSMANLI WEB SİTESİ/FORSNET. (1999).Lale Devri.
Web erişim: http://www.osmanli700.gen.tr/olaylar/olayl1.html
diğer bir kaynak
değiştirDie Heimat der Tulpe lag wahrscheinlich in Persien oder im Schwarzmeer-Gebiet. Auch auf dem Balkan schien es eine wild blühende Tulpenart gegeben zu haben. Von dort brachten die Osmanen die Tulpe als Handelsartikel nach Konstantinopel. Die Wildblume wurde domestiziert und gezüchtet und spielte bald eine bedeutende Rolle in der osmanischen Gartenkultur. Die Wohlhabenden kultivierten sie in ihren Gärten. Vor allem in den Gartenanlagen des großherrlichen Hofes betrieb man großen Aufwand mit blühenden Blumen. Bereits Mehmet II. (reg. 1451-1581) ließ um das Topkapi Serail riesige Blumengärten mit Rosen, Hyazinthen, Nelken, Lilien, Narzissen, Veilchen, Levkojen, Krokussen und natürlich Tulpen bepflanzen, die von 900 Gärtnern gepflegt wurden. Der französische Botaniker Pierre Belon, der 1546 in die Türkei reiste, meinte “Kein Volk findet mehr Gefallen am Blumenschmuck oder wüsste ihn mehr zu schätzen als das türkische.“ Seit der Ära Süleymans d. Pr. (reg. 1520-1566) herrschte ein regelrechter Tulpenwahn in Istanbul, so dass sich ein lebhafter Handel mit der begehrten Blume, für die man astronomische Preise zahlte, entwickelte. Selim II. (reg. 1566-1574) bestellte in einem Jahr 50 000 Tulpenzwiebeln. Einen Höhepunkt ihrer Beliebtheit erreichte die Tulpe in der nach ihr benannten Tulpenzeit 1703-1730 (lale devri), der Regierungszeit Ahmets III. (reg. 1703-1730). In den großherrlichen Gärten, die nachts hell erleuchtet wurden, feierte man Tulpenfeste, und an jedem Tulpenbeet zeigte ein silberner Schriftzug den Namen der Blume an.
Die Osmanen kreierten zahlreiche neue Tulpenzüchtungen. Sie bevorzugten einfarbige Blumen mit schmalem länglichen Blütenkopf und sechs nadelartig spitz zulaufenden Blütenblättern. Seit der Zeit Mehmets IV. (reg. 1648-1687) gab es eine offizielle Tulpenliste, in der die teuersten Tulpensorten aufgeführt waren. Die Blumen trugen oft poetische Bezeichnungen z.B. “Die mir das Herz verbrennt, “Glücksstern“, “Licht der Gedanken“ oder “Gesicht der Geliebten“. Auf Wettbewerben wurden - nach dem strengen Kriterienkatalog türkischer Floristen - die besten Züchtungen ausgezeichnet. Die “Aufzeichnungen eines Istanbuler Tulpenzüchters“ aus der Feder von Ali Amiri Efendi Kutuphanesi zählten 1108 Tulpenarten auf, die um die Wende vom 17. zum 18. Jh. in Konstantinopel bekannt waren.
Auch in der bildenden Kunst der Osmanen war die Tulpe ein immer wiederkehrendes Motiv. Man fand sie im Dekor von bemalten Handschriften, Textilien oder Keramikfliesen ebenso wie als Ornament auf allerlei Gebrauchsgegenständen bis hin zu Waffen.
Die osmanische Bezeichnung für Tulpe - "lale" - leitete sich aus dem persischen "laleh" ab. Las man dies rückwärts, ergab sich das Wort “helal“ - Halbmond. Dieser, als ein wichtiges Symbol des Islam, versinnbildlichte Helligkeit, Glanz, Erleuchtung, aber auch Macht. Zudem setzte sich das Wort "lale/laleh" aus denselben Buchstaben zusammen, wie der Name Allahs: alif, lam und ha. Einige Forscher glauben, dies sei der Grund für das häufige Erscheinen der Tulpe in der osmanischen Kunst und postulieren eine symbolhafte Verwendung des Motivs.
"Tulipa Turcarum" - Wie die Tulpe nach Europa kam Vor dem 16. Jh. war die Tulpe in Europa unbekannt. Die erste Nachricht stammte von Ogier Ghiselin de Busbecq (1522-1592), dem Gesandten Kaiser Ferdinands I. (reg. 1556-1564) in Konstantinopel. In einem Brief aus dem Jahr 1555 schrieb er von den “tulipa turcarum“ (Tulpen der Türken) und übersetzte auch den Namen der “Blumen nahe Konstantinopels, welche die Türken Tulipan nennen. Tülbend aber ist die türkische Form des persischen Wortes dulband, mit dem das rote Turbantuch bezeichnet wird.“ Tatsächlich hieß die Tulpe, vielleicht wegen ihrer turbanähnlichen Blütenform, im türkischen Volksmund Turbanblume (osman. tülband-lalesi). Busbecq schickte Samen und Zwiebeln der Tulpe nach Europa, u.a. zum Wiener Arzt Petrus Andreas Matthioli (1501-1577), der in seinem berühmten Kräuterbuch die erste Illustration der Tulpe veröffentlichte, aber auch zu Charles de Lécluse (Carolus Clusius) (1526-1607), der zuerst in Wien, dann in Leiden Hofbotaniker war. Dieser züchtete als erster Tulpen in den Niederlanden, allerdings nur zu wissenschaftlichen Zwecken. Den freien Verkauf der Tulpe verbot er. Nachdem ihm aber einige Exemplare gestohlen wurden, wurde das Gewächs von den Dieben auf den freien Markt gebracht. Kurz darauf gelangten Tulpenzwiebeln auch über die Handelswege nach Europa, zuerst nach Österreich und Italien, dann nach Holland, England und Frankreich.
İlginize