Soylulaştırma, İngilizce "gentrification" kelimesinin karşılığı olan ve Türkçede mutenalaştırma, seçkinleştirme, burjuvalaştırma, nezihleştirme, kibarlaştırma, centrifikasyon, jantileşme vb. kullanımları da olan "soylulaştırma", kısaca orta ve üst sınıfların dar gelirlilerin yaşadığı, kent merkezlerindeki semtlere yerleşme süreci olarak tanımlanmaktadır.

Mexico City'de görülen bir soylulaştırma örneği

Soylulaştırma, en basit ve sınırlı tanımıyla, dar gelirlilerin yaşadığı, kent içerisindeki köhneleşmekte olan konut alanlarına, daha üst sınıfların yerleşmeye başlaması süreci olarak tanımlanmaktadır. Değişimin gerçekleştiği mahallelerde, bir taraftan eski ve bakımsız kalmış konutların yenilenmesiyle gözle görülür fiziksel iyileşmeler yaşanırken; diğer taraftan eski sakinlerin, yerlerini biraz da gönülsüz olarak sonradan gelenlere bıraktığı, literatürde yerinden edilme (displacement) olarak adlandırılan bir süreç yaşanıyor. Bu süreç ile birlikte kentsel fiziki alt yapı ne kadar sabit kalırsa kalsın el, işlev ve tip değiştirilmiş olmaktadır.

"Soylulaştırma" ile ilgili semtlerde var olan mahalle kültürü farklı grupların varlığıyla giderek değişime uğruyor.

Başlangıç aşamasında eski sakinlerin, güvendikleri "güçlü" komşularının varlığıyla yaşam alanlarına olan aidiyet duyguları güçleniyor. Ancak zamanla yaşadıkları semtler üst gelir gruplarının tercih ettiği yerler haline geliyor ve dolayısıyla emlak yatırımcılarının ilgisini çekiyor ve çoğunlukla spekülatif bir biçimde bu semtlerdeki emlak fiyatları artıyor. Bu evreden sonra mahallenin dokusunda yaşanan ciddi değişimler sonucunda, genellikle kiracılardan oluşan eski sakinler gönülsüz de olsa yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalıyorlar.

Soylulaştırma ilk olarak, 1950’li ve 1960’lı yıllarda Londra ve New York gibi merkez ülke şehirlerinde karşımıza çıkıyor. İstanbul ise soylulaştırmayla 1970’li yılların sonlarına doğru tanışıyor. Dolayısıyla soylulaştırma İstanbul’da en az 25 senedir gerçekleşiyor. Süreç, İstanbul içerisinde on senelik aralıklarla yeni bölgelere sıçrayarak ilerliyor: 1980’lerde Boğaziçi (Arnavuktöy, Ortaköy ve Kuzguncuk), 1990’larda Beyoğlu (Cihangir, Galata ve Asmalımescit) ve 2000’lerde Haliç (Fener ve Balat) bu şekilde soylulaşıyor. İçinde bulunduğumuz dönemde ise Süleymaniye, Tarlabaşı, Tophane ve Sulukule gibi kentsel dönüşüm projeleri ile gündeme gelen bölgeler soylulaştırma tartışmalarına konu oluyor.

Soylulaştırma, büyük oranda içerdiği yerinden edilme boyutu nedeniyle 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca yurtdışındaki akademik çevrelerde yoğun tartışmalara konu oldu. Türkiye’de ise, son beş-altı yıldır ortaya çıkan ve sayıları giderek artmakta olan konuya ilişkin araştırmalar ve yayınlarla, soylulaştırma yeni yeni akademik çevrelerin gündemine giriyor.

Soylulaştırma, çok sayıda farklı faktörü ve süreci tek bir çatıda toplamaktadır. Bu durumda, sürecin genel işleyişi hakkında fikir sahibi olabilmek için izlenebilecek yollardan birisi, soylulaştırmayı farklı bileşenlerine ayırıp bunları kendi içerisinde değerlendirmektir. Bu noktada Çağlar Keyder’in devlet, müteahhit ve birey merkezli gerçekleşen iç içe geçmiş üç farklı süreci birbirinden ayırarak yaptığı sınıflandırma literatüre önemli katkılar sağlıyor. Keyder, sürecin İstanbul’daki gelişimini bu üç dinamik çerçevesinde Avrupa ve Amerika örnekleriyle paralellikler kurarak aktarıyor. Keyder’in dikkat çektiği bir diğer önemli konu da soylulaştırmanın, kapitalizmin içinde bulunduğumuz evresinin karşı konulamaz bir parçası olduğu gerçeği. Dolayısıyla aslında soylulaştırma karşıtı söylemin, Keyder’e göre kapitalizme karşı olmaktan farkı yok.

İhsan Bilgin soylulaştırmayı; sanayisizleşme, sosyal projelerin azalması ve büyük sermayenin küresel ölçekte konut piyasasına girmesi süreçleri ile birlikte tarihsel bir perspektife yerleştirdikten sonra, yukarıda sözü edilen kentsel dönüşüm projelerini üç farklı kesitte inceleyerek (büyük sermaye yatırımları, küçük girişimler ve kültür yatırımları) bunların, çevrelerini dönüştürme potansiyellerini irdeliyor. Bilgin özellikle kültür eksenli projelerin, kayda değer sınıfsal bir değişime yol açmadığının altını çiziyor. Bilgin aynı zamanda, sosyal politikalar ile desteklendiği takdirde, soylulaştırmanın kentsel politika aracı olarak kullanılabileceğine dikkat çekiyor.

Doğan Kuban, Behiç Ak, Tan Morgül, Pelin Tan ve Ahmet Polat ise süreci farklı boyutlarıyla tartışıyor. Doğan Kuban, içinde bulunduğumuz dönemde yerel yönetimler tarafından İstanbul’da Süleymaniye ve benzeri bölgelerde gerçekleştirilmesi düşünülen dönüşüm projelerinin, tahmin edilenin aksine, üst sınıfların ilgisini bölgeye çekmeye yetmeyeceğine, belli bir tarihsel ve kültürel bilince ulaşmadan, sadece “fiziksel kılıflar” üreterek soylulaştırmanın tetiklenemeyeceğine işaret ediyor.

Behiç Ak, kendine özgü ilginç üslubuyla kentte gerçekleşmekte olan farklı süreçlerin tek bir kavram ile ifade edilmeye çalışılmasını eleştiriyor ve ortaya attığı “hipotetik kâr” kavramı ile soylulaştırmanın gözlerden kaçan çıkmazlarına dikkat çekiyor. Tan Morgül, Kuzguncuk’taki sivil toplum hareketinin, yeni gelenlerle eski sakinlerin bir araya gelmesinde ve kaynaşmasındaki katkısına vurgu yapıyor. Morgül aynı zamanda, artan kira değerlerine rağmen, dar gelirlilerin mahallede kalmalarına olanak sağlayan enformel mekanizmaları açığa çıkarıyor.

Pelin Tan, sanat ve sanatçının, soylulaştırmanın farklı aşamalarında değişen rolünü, konumunu ve soylulaştırma karşısındaki duruşunu tartışıyor; özellikle 1990 sonrasında ortaya çıkan sanat ve kültür eksenli kentsel dönüşüm projelerini aktarıyor. Son olarak, Ahmet Polat, Balat’ta ve Lahey’de (Hollanda) yaşanmakta olan soylulaştırmaya ilişkin gözlemlerini karşılaştırmalı olarak aktarırken sürecin, fotoğraflarına nasıl yansıdığına ve soylulaştırmanın yerel halk için taşıdığı anlamlara değiniyor.

Her bir "soylulaştırma" örneği kendine özgü dinamikler taşımakta olsa da, sonuçları itibarıyla sınıfsal ayrışmaların kentsel ayrışma olarak yeniden üretilmesinden başka bir anlam ifade etmemektedir.

Kaynakça

değiştir